Yıldızların Altında
Eposta :

Yıldızların Altında

Harran’ın geniş gökyüzü üstümde, damda uzanıyorum. Tozlu, sıcak bir günün ardından nihayet esen hafif rüzgârla serinlemişim. Ama serinlikten çok, içimde bir kıpırtı var: Çocukluğumdan kalma bir kıpırtı.

Burada bir yerde çocukluğum yatıyor. Oyunbozanlığım çatılara kaçmış nanik yapıyor. Yıldızların ışığında hayallerim var. Burada bir yerlerde çelimsiz bir çocuk yatıyor. Gökyüzünde taze çocuk dalları, ay ışığına doğru uzuyor.

Gözlerimi gökyüzüne diktikçe annemin sesi geliyor kulağıma. Yaz geceleri sıcaktan uyuyamaz, damda yatardık. Bazı geceler yağmur birden bastırırdı. Annem, “Hadi kalkın, ıslanacaksınız!” derdi, elindeki lambayı sallayarak. Yorganı başımıza çeker, yağmur dursun diye beklerdik. Bazen kesilirdi, o toprak kokusuyla uyurduk. Bazen de inat ederdi yağmur, damla damla değil bardaktan boşanırcasına. İşte o zaman annem dürterdi hepimizi. Hızla damdan merdiven boşluğuna yatak, yorgan taşırdık. Uykumuz bölünür, oflardık. Sabah annem erkenden kalkar, yatakları güneşe sererdi. Küf kokmasın, nemli kalmasın diye. Güneşin altında mis gibi kuruyan yorganlara yüzümü sürerdim gizlice.

Geçen gün sordum anneme: “Anne, en son ne zaman damda yaz yağmuruna yakalandın?” Bir an durdu. Hatırlayamadı. Az konuşan bir kadındır ama sonra yüzü aydınlandı, kendi çocukluğunu anlatmaya başladı şevkle. Fark ettim ki hepimiz geçmiş zamanlara hasretiz. Fark ettim ki çocukluğumuz, içimizde bir yerlerde yatıyor ve uyanmak için çok ufak bir kıpırtıya, bir yağmur damlasına bakıyor.

Burada, Harran Ovası’nda bir öğretmenim artık. Ama bu damın üstünde, şu yıldızların altında hâlâ o çelimsiz çocuğun izini arıyorum. Çocukluğumun saf sevincini. Öğretmenlik belki de tam da bu yüzden güzel: Çocuklara sadece bilgiyi öğretmek değil hayatı anlatabilmek için.

Çocukken damda yattığımız sıra bir oyun oynardık kardeşlerimle. En çok yıldızı kim sayacak oyunu. Zannederdik ki saydığımız her yıldız bizim olacak. Zannederdik ki yıldızları saymakla biriktirmek aynı şey. Aynı yıldızları saydığımızı, aynı yıldızlara sahip çıkmaya çalıştığımızı bilmeden. Annem efsaneler anlatırdı bazen yıldızlar hakkında. “Biri Leyla, biri Mecnun bunların; yılda bir kez kavuşurlar.” derdi. “Bak bu Şimal, yıldızların en muzır kardeşi budur, bak nasıl da parıldıyor ondan söz edince.” derdi. Kardeşlerimle anlardık ki hayatta her şeyin bir hikâyesi var, en çok da yıldızların.

Ertesi gün okulda, çocuklara bir ödev verdim. “Bu gece gökyüzüne bakın.” dedim. “Gökyüzünde bir yıldız seçin, ona bir isim verin. Sonra o yıldıza bir sır söyleyin ya da o yıldızın hikâyesi ne olabilir diye düşünün. Yarın gelip bana anlatın.” Çocuklar şaşkın şaşkın baktılar önce. Gülümsediğimi görünce onlar da gülümsedi. Sonra gözlerinde bir ışık parladı.

Ertesi gün sınıfta bambaşka bir hava vardı. Mehmet el kaldırdı:

— Hocam, ben bir yıldız buldum. Adını ‘Oyun’ koydum. Ona dedim ki keşke hiç bitmese.

Elif ayağa kalktı:

— Benim yıldızımın adı ‘Anne’. Çünkü annem her sabah beni kaldırıyor ya, yıldız da her gece orada duruyor, hiç gitmiyor.

Söz Umut’taydı:

— Amcam dedi ki yıldızların en güzeli Zühre’ymiş, bu yüzden hep parlıyormuş. Hatta ona yazılmış bir sürü türkü de varmış. Ben o yüzden Zühre’yi seçtim öğretmenim ve ona çok güzel olduğunu fısıldadım.

Dinledikçe içim kabardı. Çocukların hayalleri, yıldızlarla yarışıyordu. Ve ben bir kez daha anladım: Çocuklara gökyüzünü göstermek, onlara binlerce kitap okutmak gibiydi.

O gece yine damdaydım. Yıldızların altında, öğrencilerim gözlerimin önünden geçti. Bir köşede Mehmet’in ‘Oyun’u, bir köşede Elif’in ‘Anne’si, Umut’un ‘Zühre’si… Benim çocukluğum da oradaydı, çelimsiz bir hâlde, yorganın ucundan bana bakıyordu.

Kendi kendime fısıldadım:

“Belki de en güzel ders, gökyüzünün altında işlenir.”

Ve o an biliyordum ki öğretmenlik sadece sınıfta değil; yıldızların, yağmurların, çocukluk özlemlerinin tam ortasında yaşanıyordu.

 

Enver RÜZGAR - Siirt