Ninenin Oyun Sandığı
Eposta :

Ninenin Oyun Sandığı

Sabahın ilk ışıkları perdeden sızıp ahşap duvara altın tozu gibi düşüyordu. Gözlerimi açmakta zorlanıyordum; sadece uykudan değil şehrin yüklediği yorgunluktan, sürekli titreşen ekranların başında geçen gecelerin ağırlığından. Sivas’ın toprak kokulu bu köyüne isteyerek gelmemiştim. Babam, şehrin çürütücü hızından uzaklaşmam gerektiğini düşünmüş, beni köyümüze sürüklemişti. Ama elimdeki telefonun parlak yüzeyi, topraktan daha cazip geliyordu bana. Geceyi ekran karşısında geçirince sabahın bütün ihtişamı uykusuzluğumun üzerine çökmüştü.

Kapıyı açtığımda iki horozun bakışıyla karşılaştım. Biri iri, diğeri daha ufakça… Sanki kapının önünde nöbet tutuyorlardı. Attığım her adımda bana meydan okuyor gibiydiler. Birkaç kez kapıdan çıkmayı denedim, olmadı. Her seferinde kanatlarını çırparak kapıya atladılar. Son teşebbüsümde çığlık çığlığa üzerime koşuşmalarıyla, avludan nefes nefese kaçışım bir oldu. Yüreğim delice atıyordu. Uzun zamandır içimde böyle bir telaş hissetmemiştim.

Köye doğru tuhaf bir sessizlik karşıladı beni. Sanki köy nefesini içine çekmiş de bir daha vermemişti. Etrafta kimse yoktu; sadece uzaklarda çekirge seslerini duyuyordum. Tam geri dönmeyi düşünürken köyün sonundaki bir avludan duman yükseldiğini gördüm. İçimde tarifsiz bir çocukluk hatırası belirdi, sobada kızaran bazlamanın kokusu içime doldu. Kapı açıktı. İçeri adımımı atar atmaz yaşlı bir nine karşıladı beni. Yüzü, zamanın ince ince işlediği bir haritayı andırıyordu; her çizgi, bir ömrün sessiz hikâyesini taşıyordu. Ellerindeki damarlar belirgin ve güçlüydü. Gözleri ise pırıl pırıldı, öyle ki kadim bir bilgeyi hatırlatıyordu. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme vardı; insanı bir anda yabancı değil de evin en özlenen misafiri kılıyordu.

“Hele gel guzum.” dedi. Sanki yıllardır beklediği bir misafirmişim gibi. Avlunun ortasında kurulmuş yer sofrası, dumanı tüten çaydanlık ve ocaktan yeni çıkmış bazlamalarla donatılmıştı. Sofraya oturduğumda, kendimi bir anda çocukluğumun köy odalarında buldum: kalabalık bayram sabahları, şen şakrak sofralar…

Sonra nine içeri gitti ve elinde yıpranmış bir sandıkla geri geldi. Sandığın üzerinde solmuş desenler vardı; kilidi paslanmış, tahtası çatlamıştı. Ellerini sandığın üzerinde gezdirerek konuştu:

“Sıkkın duruyorsun. Bak hele. Bu sandık, unutulan oyunların sandığı. Çocukluk sadece bir yaş değildir. Şehir sizi aldı götürdü. Ama içinde hâlâ o çocuk var. Sandık, onu geri getirir.”

Kilit açıldığında, sandığın içi eski bir masal gibi gözlerimin önüne serildi: solmuş ipler, küçük düğmelerle dolu topaçlar, parlak bilyeler… Her bir nesne, çocukluğumu, sokak aralarındaki neşeli sesleri, kırlarda yükselen sevinçleri tek tek hatırlattı. Ninenin önüme koyduklarında parmaklarımı gezdirirken, geçmişin sıcaklığını, kaybolmuş bir dostun elini tutuyormuş gibi hissettim.

Nine, son olarak sandığın dibinden mavi bir çember ve eski bir gaz lambası çıkardı. Lambanın fitilini usulca yaktı. Gündüz vakti alevler, sanki içimde karanlıkta kalmış yanlara ışık tutuyordu. “Şimdi,” dedi, “seni hayattan koparan ne varsa tek tek anlat. Sen anlat, ninen işitsin.”

Anılar, babamla camdan bir dünya yüzünden ettiğim o gereksiz kavgalar zihnimin derinlerinden yüzeye çıkıyordu. O an fark ettim ki beni hayattan koparan şey teknoloji değil de yalnızlığımı ekranlarda saklamamdı.

Günler geçip giderken köye alışmaya başladım. Çocukluk arkadaşlarımla buluşuyordum, ilk gençliğin hoyratlığını bir yana bırakıp oyunlar oynuyorduk. Birbirimizin kahkahasında çocukluğumuzu yeniden buluyorduk. Horozlar artık kovalamıyordu, yine de sabahın çağrısına gönüllü koşuyordum. Gel zaman git zaman fark ettim ki lambanın ışığında, çocukluğumun oyunlarında kendimi bulmuştum. Kimse dokunmamıştı, ben istemiştim.

Yaz bitip köyden ayrılma vakti geldiğinde, sık sık yanına uğradığım nine sandığını yeniden kapattı. Gözlerime bakarak kalpten gelen sözlerini fısıldadı: “Çocukluğunu unutan, ışığını kaybeder. Sen ışığını buldun evladım.”

Avludan çıkarken gökyüzüne baktım. Horozların ötüşü hâlâ yankılanıyordu. Ama bu kez bir uyarı değil, bir müjde gibiydi. Çocukluğumun kayıp ışığıyla aydınlanmış yeni bir hayatın müjdesi…

 

Metin METE - Tokat