Dedemin Gölgesinde Nizip’te Bir Gün
“Nizip’te sabah erken olur evlat! Fırıncılar gün doğmadan çalışmaya başlar, çarşının kokusu rüzgârla tüm şehre yayılır.”
Dedemin sesi kulaklarımda çınlarken Nizip’e vardım. Yıllarca kulaktan kalbe işleyen bir kentin izini sürecektim. Çocukken onun dizinin dibinde dinlediğim hikâyelerle Nizip’i hiç görmemiş ama çok sevmiştim.
Otogarda yüzüme vuran sabah serinliğiyle birlikte, içimde hafif bir heyecan ve burukluk vardı. Dedemin “Biz çarşıya giderken nal sesleri taş sokaklarda yankılanırdı” dediği yerlerde artık arabaların ve motosikletlerin gürültüsü duyuluyordu. Yine de zamanın taşıdığı o ruhun hâlâ yaşadığını hissedebiliyordum.
İlk adımlarımı attığım yol beni Çarşı Camii’ne götürdü. Sabah ezanının huzuruyla güneşin ilk ışıkları, taş duvarlara vuran gölgelerle birleşip geçmişle bugün arasında bir perde oluşturuyordu. Caminin sessiz avlusunda kısa bir duraklama, yalnızca kendimle kalmak gibiydi.
Sonra dedemin çocukken sokaklarında koştuğu Fevkani Mahallesi’ne yürüdüm. Tarihî Kabaltı’nın yuvarlak kemerinden geçerken eskiden buradaki dükkânlarda çalışan ustaları düşündüm.
Adımlarımı taşlara usulca dokunarak attım. Çünkü onun her hikâyesinde taşların mutlaka bir şey hatırlattığını bilirdim: “O taşlar bizim hafızamızdır.”
Sabahı nohut dürümü yemeden geçirmek Nizip’e haksızlık olurdu. Dedem, “Nohutları tırnaklı ekmeğe sarar yerdik ama limon suyunu eksik koymamalı.” derdi. Ben de öyle yaptım. Bir bardak çay eşliğinde ufak bir kıraathanede oturup dürümden kocaman ısırdım. Tat tanıdıktı. Belki genetik bir hafıza, belki anlatıların gücü… O nohut dürümünde çocukluğumun yaz akşamları, dedemin kahkahaları vardı.
Biraz ileride, fırının önünde uzayan kuyruğu izledim. Genç bir usta ekmekleri odun fırınında pişiriyordu. Sonra Karpuzatan’a yürüdüm. Dedemin, “Çocukken akan serin suda taş sektirirdik. Soğusun diye çaya bırakılan karpuzlara taş atardık” dediği yer. Hâlâ çocuklar suyun kenarında oturuyordu. Birine, “Dedem burada yüzmüş.” dedim. Çocuk gülümsedi, sessizce baktı. O gülümseme, zamanın bir yerinde dedemin çocukluğuna dokunuyordu sanki.
Karpuzatan’ın yolunda burnuma tanıdık bir koku geldi: Zeytin kokusu… Karşımdaki sabun fabrikasında kazanlar kaynıyor, sabun kalıpları özenle diziliyordu. O koku, dedemin banyodan sonraki temiz kokusunu hatırlattı bana.
Günün ortasında Taşbaşı Dağı’na çıktım. Oradaki yedi mezarın hikâyesini sık sık anlatırdı dedem. En tepeye vardığımda Nizip önümde serildi. Sessizlikte yedi mezarın yedisine de dua ettim.
Şiveydiz, zeytin böreği, maş çorbası… Hepsinden söz ederdi. Ama en çok kavurma dürümden. Son yıllarında yiyememişti. Onun için ciğer kavurmanın tadına baktım. Kuyruk yağıyla pişirilmiş ciğerin kokusu, soğanın keskinliği, kimyonun huzuru, maydanozun ferahlığı… Lokmaların arasında dedemin sesi çınladı: “Hele yağa bak yağa, nasıl da akiy!”
Zeugma’yı hiç görememişti. “O mozaikler köylülerin tarladan çıkan taşlarıydı, kimse kıymetini bilmezdi.” derdi. Ben ise Belkıs köyünde, Fırat kıyısındaki bu antik kentin sessizliğinde yürüdüm. Çingene Kızı’nın gözleri bin yılların içinden bana bakıyordu. İçimden fısıldadım: “Biliyor musun dede, senin hiç göremediğin bu taşlar aslında seninle konuşuyor.”
Akşam serinliğiyle Nizip’e geri döndüm. Çarşıda dükkânlar kapanıyor, esnaflar sohbet ediyordu. Bir kasap, hortumla tezgâhını yıkarken su pantolonuma sıçradı. Özür dileyip havlu uzattı. “Kusura bakma kardeşim. Nerelisin?” dedi.
“Buralı değilim ama dedem Nizipliydi.”
Kasap gülümsedi: “O zaman sen de Niziplisin. İyi ki geldin.”
Evet, Nizip halkı öyleydi. Bir sıcaklık, bir kabul hâli vardı. Yalnız değildim burada.
Gitmeden Derviş Amca’ya uğradım. Beni görünce ayağa kalktı: “Vaktin varsa seni misafir edeyim, yarın zeytinliğe götüreyim.” dedi. Gülümsedim. Vakit değildi mesele… Kalbim kalmıştı burada zaten.
Uzakta bir çocuk kahkaha attı. Bir taş sektirildi yine. Ve ben içimden dedeme fısıldadım:
“Senin gölgenle geldim bu kente, şimdi kendi ayak izimi bırakıyorum. Ama yalnız değilim.”
Taner ŞEN - Gaziantep