YEDİ RENKLİ EĞİRDİR
Akşamdan büyük bir heyecanla kapı önüne bıraktığım çantama annemin hazırladığı yiyecekleri yerleştirip yola çıkmam ve ardından okul servisinin gelip beni alması beş dakika içinde olmuştu. Öğretmenimiz her bahar olduğu gibi bu baharda da bizi doğaya keşif gezisine götürüyordu. Gezinin coşkusu minibüsün içine sığmamış, dışarı taşıyordu. Benim içim de bir o kadar kıpır kıpırdı. Sınıfça yaptığımız geziler, sevdiğim etkinlikler içinde hep en ön sıradaydı. Gezi alanımıza vardığımızda araçtan heyecanla inip etrafı keşfe koyulduk.
Öğretmenimiz, nerede olduğumuzu yaşadığımız yerin konumuna göre kavramamız için dedektif edasıyla sorular sorarak hem içimizdeki heyecanı büyütüyor hem de bu keşfin en eğlenceli hâlini bize yaşatıyordu. Biz de derslerimizde öğrendiğimiz yön bulma bilgisini kullanarak soruların hakkını veriyorduk elbette. Etrafımızda gördüğümüz bitkileri not ederek, küçük canlıları büyüteçle izleyip duyduğumuz seslere kulak kesildik. Bütün görkemiyle karşımızda duran Eğirdir Gölü’nün ve yanı başındaki Sivri Dağı’nın fotoğraflarını çektikten sonra öğretmenimiz, “Artık yemek zamanı!” diyerek yanına çağırdı bizi. Hep beraber kocaman bir sofra kurduk. Yemeğe yeni başlamıştık ki uzaktan bir kaval sesinin kulaklarımızı şenlendirdiğini fark ettik. Bir koyun sürüsünün bize doğru yaklaştığını gördük. Sürüdeki koyunlar otlarken minik kuzular kavalın ezgisinde dans eder gibi çimenlerde sıçrayıp duruyordu.
Öğretmenimiz, “Çocuklar bakın bir koyun sürüsü yaklaşıyor. Bugün şanslı günümüzdeyiz.” diyerek ayağa kalktı. Sürü yanımıza iyice yaklaşmıştı. Öğretmenimiz çoban amcaya, “Kolay gelsin.” dedikten sonra tatlı bir sohbete koyuldular. Bizler de minik kuzuları doyasıya sevdik. Hemen sonrasında öğretmenimiz, çoban amcaya soframızda olan yiyeceklerden bir tabak hazırlayıp ikram etti. Hep beraber yedik içtik. Yemekten sonra çoban amca, öğretmenimize “Bu da benim size ikramım olsun; çam sakızı, çoban armağanı.” dedi. Hepimiz çok sevinmiştik. Çoban amca ortaya oturdu. Biz de iki yanına doğru yarım ay şeklinde Eğirdir Gölü’nü karşımıza alarak oturduk. Ardından başladı anlatmaya:
“Zamanın birinde, Torosların yakınlarında sivri tepeli yüce bir dağ ve bu dağın eteğinde de bir oba varmış. Bu oba insanların birlik beraberliği, dokudukları rengârenk halı motifleri, Gül Nine’si ve Bilge Dede’si ile bilinirmiş. Gül Nine ve Bilge Dede’yi o yörede herkes sever, sayar ve akıl danışırmış. Yörenin insanları bu topraklarda mutlu mesut yaşarken geçimlerini hayvancılıktan sağlar; yetiştirdikleri koyunların etinden, sütünden, yününden faydalanırmış.
Sürülerini bölgenin en iyi çobanlarına emanet ederek bağda, bahçede çalışmaya devam ederlermiş. Emanetleri alan çobanlar; koyunları her gün bir başka otlağa götürür, dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan şifalı otlarla beslerlermiş. Hâliyle beslenen koyunların sütü bal gibi tatlı, yünleri altın gibi parlak olurmuş. Parlayan yünler, ilkbaharda kırkılır ve obanın kadınlarına verilirmiş. Gül Nine ve obanın kadınları yünleri yıkar, tarar, ellerinde kirmenlerle günlerce eğirirlermiş. İnce ince eğrilen ipler, obanın çiçekleriyle boyanır, rengârenk yumaklar hâline gelirmiş. Bu yumaklar, obanın genç kızları tarafından dokuma tezgâhlarında dünyanın en iyi halılarına dönüştürülürmüş. Genç kızlar, kirkiti tezgâha vurup motifi halıya dokudukça zaman su gibi ilerlermiş.
Gel zaman git zaman bu obaya yağmur yağmaz, kar düşmez, gözelerden su kaynamaz olmuş. Yerde, gökte kıtlık başlayınca uçan kuşlar da uğramaz olmuş. Kuşlar gider de koyunlar durmak ister mi hiç? Bakmışlar ki doyasıya ne yem var ne de su. Başlamışlar isyana. Obadan kaçmaya çalışan mı dersin, süt vermeyi bırakan mı? Koyunlar obada çaresiz meledikçe, sesleri dağlarda yankılanıp söze dönüşmüş. Rüzgâr da bu sözleri alıp obaya geri getirmiş. Yer gök bu sözlerle inlemiş:
“Ya bizi suya kavuştur ya da başka obaya savuştur. Ya bizi suya kavuştur ya da başka obaya savuştur.”
Oba halkı koyunların sesine kulak verip tez elden oba meclisini kurmuşlar. Bir süredir inzivada olan Bilge Dede ve Gül Nine’ye anlatmışlar olup biteni. “Obamızın en ulu, en bilge kişileri, hâlimiz ortada, ne sesiniz çıkar ne soluğunuz. Kaldık bir başımıza. Bize bir akıl, bir çıkış yolu gösterin.” demişler. Kısa bir sessizliğin ardından Bilge Dede konuşmaya başlamış. “Hoş geldiniz. Geleneğimizde yoktur çaresiz bırakmak. Ancak obanın durumunu iyice anlayın ve bilin istedik. Bundandır sessizliğimiz. Şimdi kulak verin diyeceklerime:
“Su boldur ama yolu zordur. Sabır ister, cesaret ister, dirayet ister. Karşıda görünen heybetli sivri dağdadır muradımız. Bitimsiz su kaynağımız, yarılan dağdan bize kavuşmayı bekler. Hele deyin bana siz de ister misiniz ona kavuşmayı? Bu yüce dağın bağrındaki su kaynağımızı tıkamıştır dev bir kunduz. Önce dağı yarıp o kunduza ulaşmak, ona ulaşınca da kunduzun soracağı soruyu bilmek gerek. İşte o vakit su ortaya çıkar.”
Bu cevabın üzerine obanın yiğitleri tüm hazırlıklarını yapıp gece gündüz çalışmışlar. Durmak bilmeden yay gerip ok atan obanın gençleri, her istedikleri hedefi vurabildiklerinde dağı yarmanın zamanı geldiğini anlamışlar. Gül Nine yünün başından kalkarak, “Biz de yiğitlere yardıma gidelim.” demiş. Bilge Dede, “Gül Nine, sen burada kal, yününü ‘eğir dur, eğir dur’ yiğitler oku atsın, dağı yarsın ve çıksın ortaya Eğirdir.” diye karşılık vermiş. Bunun üzerine Gül Nine “Bilge Dede, bu yüce dağdan çıkacak olan suyun adını bu yiğitlerin hatırına sen koy. Dünya durdukça anılacak bu ad için obamızda kuralım büyük bir toy.” demiş.
Onlar böyle sohbet ededursun. Yiğitler çoktan varmış dağın karşısına. Cesur yiğitlerden yedisi atılmış öne, davranmışlar yaylarına. Aslandan güçlü, şimşekten hızlı göndermişler oklarını dağın yamacına. Oklar sivri dağa dokunur dokunmaz yer gök titremiş, zelzele misali sallanarak dağ yedi yerinden yarılmış o anda.
Dağın yarılmasıyla içeri yedi yerden sızan gün ışığı derin uykusundan uyandırmış kunduzu bir anda.
Yiğitler seslenmişler kunduza: “Sivri dağın kunduzu, suyun bekçisi! Obamız susuz, böyle giderse bir bir göç edeceğiz hepimiz. Kurdun, kuzunun, kuşun hakkı olan suyu almaya geldik. Bizi boş çevirme, dermanı sende bildik.”
Kunduz seslenmiş: “Ey insanoğlu, size bir bilmecem var. Bilirseniz su sizindir. Bilemezseniz, göç etseniz de gittiğiniz her yerde esirsiniz.” Yiğitler açmış kulaklarını dinlemişler. Kunduz, sormuş bilmeceyi:
“Yer ile gök arasında,
Bir bakmışsın bulutta,
Bir bakmışsın derin kuyularda,
Varlığım hayat, yokluğum çorak,
Sanma ömür boyu var olacak
Sen korumazsan eğer Kurdun, kuzunun, kuşun hakkı da şimdi yok olacak.”
Yiğitler bir araya gelip düşünüp taşınıp cevabı vermişler. Hep bir ağızdan “Su!” diye bağırmışlar. Kunduz, “Cevabınız doğru.” demiş ve kaldırmış suyun önündeki koca kayayı. İşte, o anda yedi yerden ayrılmış olan dağdan akan yedi renkli su, ovayı doldurmuş. Bilge Dede, gürül gürül akan suyun adını “Yedi Renkli Eğirdir” koymuş. Bu su, yüzyıllar boyunca yedi rengiyle bütün obalara su kaynağı olmuş. Suya kavuşan oba halkı, sevinçten yedi gün yedi gece bayram etmişler. O günden sonra bu yörenin bereketli topraklarından güller, lavantalar ve rengârenk elmalar fışkırmış. Yedi renkli gölde ise binbir çeşit balık türemiş. Genç kızlar, ipi ilmeğe yoldaş ederken bir daha da ne kıtlık ne susuzluk ne de kavga bu obaya uğramamış.”
Çoban amca sözünü bitirince uzaktan bize göz kırpan Eğirdir Gölü ve Sivri Dağı ile uzun uzun bakıştık. Çoban amcaya teşekkür etmemizin hemen ardından elindeki kavalından ezgiler üfleyerek sürüsüne doğru yürümeye başladı. Anlattığı efsaneyle hepimiz bir rüyanın içinde yüzlerce yıl öncesine bir yolculuğa çıkmıştık sanki. Keşif asıl şimdi başlıyordu. Tatlı tatlı çalan kaval eşliğinde kendimizi sırtüstü yere bırakarak göğü kucakladık. Bulutlar gözümüzün önünden geçerken kimi zaman obanın yün eğiren kızları, kimi zaman ok atan yiğitleri oldu. Bulutların arasından çıkan kunduz hepimize el sallarken yedi renkli Eğirdir Gölü, parıl parıl parladı. Rüzgâr esti, gül kokuları yayıldı. Göçmen kuşlar kanat çırptı, buluttan buluta havalandı. Bize kalansa ömrümüzde bitmesini istemediğimiz bu yolculuğun “şanslı yolcuları” olmaktı.
Dr. Güllü DUMAN YEGEN - Isparta