BİR FİLM SEYRETTİM, HAYATIM DEĞİŞTİ
Çanakkale Boğazı, Nara Burnu Açıkları… Tarih: 4 Nisan 1953, Saat: 02.15
Yorucu bir tatbikattan dönen Dumlupınar denizaltısı, İsveç bandıralı Naboland şilebiyle çarpıştı. Çarpışmanın etkisiyle birkaç dakika içinde sulara gömüldü. Denizaltıdaki 81 kişilik mürettebattan sağ kurtulan 22 kişi arka bölümdeki torpido dairesine sığındı. Mahsur kalanlarla su yüzeyine fırlattıkları telefon şamandırası aracılığıyla iletişim kuruldu. Oksijeni idareli kullanmaları için gereksiz konuşmamaları, şarkı veya türkü söylememeleri, sigara içmemeleri söylendi.
Günler süren kurtarma çalışmalarının ardından tam umutların tükendiği anda karanlıkta bekleyen 22 kişiye her şey aynı sözcüklerle anlatıldı. Konuşabilirler, şarkı türkü söyleyebilirler hatta sigara bile içebilirlerdi. Bütün Türkiye telefon hattının diğer ucundan, denizaltıda tevekkülle ölümü bekleyen mürettebatın hüzünlü ama başı dik türküsünü dinledi:
“Ah, bir ataş ver, cigaramı yakayım! Sen salın gel, ben boyuna bakayım.”
Başlıktaki klasikleşmiş cümle, benim için “Son Söz: Vatan Sağ Olsun!” belgeseliyle bir gerçeğe dönüştü. Tesadüfen karşılaştığım bu hüzünlü öykü, bir denizaltının derinliklerinde yatan acıyı ve kahramanlığı fısıldıyordu. Sonra bir kitapçının tozlu rafları arasında belgeselin DVD’sini bulduğumda içimde tarifsiz bir sevinç yeşerdi. Defalarca izledik o filmi sınıfça ama bu, sadece bir seyirlik değildi; bir ders, bir vicdan muhasebesiydi. Öğrencilerimin gözlerindeki hüznü gördükçe 4 Nisan 1953 tarihinde “Vatan sağ olsun!” diyerek şehadete yürüyen o körpe leventlere yıllar sonra, “Vatan size minnettardır!” diye haykırmamız gerektiğini iliklerimize kadar hissettik.
Dersin ilerleyen dakikalarında bir öğrencimin dudaklarından dökülen bir fikir, bir tohum gibi düştü içimize: Filmdeki gibi bir plaket hazırlayıp o denizaltının battığı yere bırakmalıydık. Fikir muhteşemdi ama bir engel vardı önümüzde: O plaketi Dumlupınar’ın yattığı Çanakkale Boğazı’na kim götürecekti? Tam umutsuzluğa kapılmak üzereyken bir öğrencimin sesi yankılandı: “Şehitler, Deniz Kuvvetleri personeliydi öğretmenim. Bizim yerimize onlar bırakabilir.” Bu fikir, bir anda sınıfımızın ortak sesi oldu. Üstelik takvimler 2007 yılının Mart ayını gösteriyordu. Acele edersek 4 Nisan 2007’deki o acı yıl dönümüne yetişebilirdik. Öğrencilerimin elleriyle hazırladığı anlamlı plaketi, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı’na yazılan içten mektupla birlikte gönderdik. Günler sessizce akıp gitti. Ta ki bir gün okul müdür yardımcımın telefonu çalana kadar. Deniz Kuvvetleri Komutanlığından bir subay, ertesi gün okulumuzu ziyaret edecekti.
Ertesi sabah gelen üniformalı konuklar, ilk başta zarfın içeriğini anlamakta güçlük çektiklerini hatta şüphelendiklerini gülerek anlattılar. Ama mektubu okuyunca, komutanın gözyaşlarını saklamaya çalışarak verdiği emri aktardılar: “Çocuklar ne istiyorlarsa yapın!”
Ziyaret sırasında o minik yüreklerle sohbet ederken öğrencime içimden gelen bir soru sordum: “Onbaşı mı olmak istersin, yüzbaşı mı, binbaşı mı?” Öğrencimin cevabı, gururla parlayan gözleriyle birlikte geldi: “Onbaşı!” Hepimiz tebessüm ettik. Subaylar, onbaşılığın en küçük rütbe olduğunu anlatmaya çalıştılar. Sonra öğrencime neden onbaşılığı seçtiğini sordum. Verdiği cevap, hepimizin yüreğine dokundu: “Bin en büyük, on en küçüktü ama askerlikte durum farklı olabilirdi. Çünkü bildiğim en büyük kahraman Koca Seyit’ti. Onun rütbesi de onbaşılıktı. O yüzden onbaşı olmayı seçtim.”
Bu etkinlik öğretmenlik hayatımın en anlamlı anılarından biri olarak kalbime kazındı. Beni araştırmaya, dersin sınırlarını aşmaya ve belgesel sinemanın büyülü dünyasına yönlendirdi. O günden sonra sınıfımda belgesellere karşı bir merak uyandı. İzlediğimiz bir belgeselin yapımcısının diğer eserlerini de keşfettik. Olanları o değerli yapımcıya bir e-posta ile ilettim. Beklenmedik bir hızla geri dönüş yaptı ve hiç ummadığım bir anda Ankara’ya gelerek bizi kendi belgeselinde konuk etti. Ama hikâye burada bitmedi. Belgeselleri izledikçe ufkum genişledi, olaylara bakış açım derinleşti. Bu kez zihnimde yeni bir soru belirdi: “Belgesele konu olmaktan daha zevkli ne olabilir?” Cevabı bulmam uzun sürmedi: belgesel çekmek.
O vakitlerde elime beş liralık bir banknot geçti. Üzerindeki İstiklal Madalyası dikkatimi çekti. Bu konudan etkileyici bir belgesel çıkacağını düşündüm ve araştırmalara koyuldum. Öğrencilerimle yollara düştük, güzel bir iş çıkardık. Dumlupınar’ın hüzünlü öyküsüyle başlayan belgesel serüvenimiz kendi çektiğimiz filmle taçlandı. Ertesi yıl, bu filmle bir festivalin heyecanını da yaşamış olduk.
Dumlupınar’da şehit düşen Astsubay Selami Özben’in şamandıradan iletilen son sözü, “Vatan sağ olsun!”du. İşte, o son sözü anlatan belgesel, sadece bir film olmanın ötesine geçerek benim öğretmenlik hayatımın rotasını kökten değiştirdi. Yüreğimde derin, unutulmaz izler bıraktı. O karanlık sularda yatan kahramanların anısını yaşatmak, onların fedakârlığını gelecek nesillere aktarmak, artık sadece bir görev değil bir tutku hâline gelmişti. O ilk kıvılcım, bir öğretmenin ve öğrencilerinin ortak çabasıyla büyüyerek vatan sevgisinin ve azmin bir simgesi hâline geldi.
Mustafa YEŞİLYURT - Ankara