YOLCULUK
Valizini kapattı. Bir şey unutmuş gibi fermuarlarını açarak kontrol etti. Eksik bir şey yoktu hatta fazlalık vardı. Heyecanını da eşyalarının arasına koymak istedi. Derin bir nefes alarak doğruldu. Etrafına baktı. Işıkları söndürdü ve çıktı.
Terminale geldi. Sağa sola bakındı. Hemen köşedeki bir kafeye çekildi. Sıcak bir kahve eşliğinde otobüslerin gelişini, gidişini izlemeye koyuldu. Telaşlanan yolcular, çocuklarını susturmaya çalışan ebeveynler, bir şeyler atıştıranlar, biletini kaybedenler, sevdiğine sevgi sözcükleri fısıldayanlar, yarın katılacağı toplantının detaylarını gözden geçirenler… “Hayat tam da bu değil mi? Terminal koca evrenin kısa bir özeti gibi.” diye mırıldandı.
Saate baktı. Vakit gelmişti. Otobüsün perona yaklaştığını görünce yüzünde bir gülümsemeyle kalktı ve ilerledi. İnsanlar valizlerini muavine teslim etmek için sabırsızlıkla sıraya girdiler. İrili ufaklı, rengârenk valizler… Valizlerin yolculuklarını düşündü. Hangi eve varacak, kime kavuşacaklardı? Nasıl hazır hâle gelmişlerdi? “Sen nasıl hazırladıysan onlar da aynı heyecanla hazırlamıştır elbet.” diye cevap verdi iç sesine.
“Koltuk numaranız kaç hanımefendi?” sorusuyla irkildi. Numarayı söyleyip valizi muavine verdi. Minik bir çocuğun en sevdiği oyuncağını bırakması gibi valizinin ardından baktı. Otobüse bindi. Koltuğuna yerleşip pencereden dışarıyı izlemeye başladı. Şoför gelmeden herkes bir an önce yerini almak için acele ediyordu. Otobüs hareket eder etmez herkes yerleşmiş hâlde bu uzun yolculuğa hazır olduğunu ilan eder gibiydi.
Her şey daha önce hiç olmadığı kadar dikkatini çekiyordu. Gözleri, çevresindeki en küçük ayrıntıları bile yakalıyordu. Şoförün tespihinin tıkırtısı, sol taraftaki ıslak mendilin ferahlatıcı kokusu, dikiz aynasındaki süslerin parıltısı, muavinin minik yastığı, koltuk arkalarındaki file cepler… Hepsi bu yolculuğun değişmez parçalarıydı. Ve elbette tam karşısında, yukarıdaki küçük televizyonda başlayan klasik bir Türk filmi... Ardından havalandırma düğmelerinin çalışıp çalışmadığı sorusu aklına takılan ilk düşüncelerden biriydi. Ancak bu merakını şimdilik ertelemeye karar verdi.
Otobüs terminalden ayrılınca içerisi sessizliğe büründü. Ön cam, muhayyilesinde dev bir sinema perdesine dönüşüverdi.
Şehrin ışıltılı silüetleri karanlıkta parlayan mücevherler gibiydi. Gözlerini gökyüzüne çevirse de şehir ışıkları yıldızların yerini almıştı.
Gündüzün canlı renkleri yerini melankolik bir siyaha bırakırken boşlukta süzüldüklerini hayal ediyordu. Bu sonsuz karanlıkta minik bir toz zerresi gibiydi. Herkesin kendi dünyasına çekildiği bu otobüste bir yandan yalnızlık hissediyor diğer taraftan bu yabancıların varlığı kendisine güç veriyordu. Ne de olsa hepsi bir yoldaydı. Üstelik uzun bir yol. Bu sürenin, seyrüseferin tadını çıkarmalıydı.
Peki, bu insanlar kimdi, nerelilerdi? Evli miydiler, bekâr mı, çocukları var mıydı? Ne iş yaparlardı, nasıl biriydiler? Hayatlarında onları derinden etkileyen, çok üzen ya da çok mutlu eden bir olay yaşamışlar mıydı? Yol kenarında evlerin pencerelerine dikkat kesildi. Perdelerin ardındaki hayatları merak etti. Ne kadar çok farklı yaşam, yaşanmışlık vardı!
Geçmişte okuduğu bir kitabın giriş cümlesini hatırladı: “Mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” O evlerde kahkahaları düşünmek istedi sadece. Herkesin mutlu olduğu huzurlu evler… Günlerce oyun oynadığı, hayaller kurduğu, çocukluğunun geçtiği evi düşündü. Şimdi büyümüş, hayata atılmıştı ama içten içe o evdeki sıcaklığı özlediğini fark etti. Evden ayrılmış olma düşüncesi içini burktu ama sonra gülümsedi. Annem babam hayatta ya diye şükretti.
“Evi bırak, ana bak!” der gibi muavin ikramını sundu. Çay mı, kahve mi diye tereddüt ettikten sonra kahveyi tercih etti. Yanına da parlak ambalajlı keki aldı, çantasına koydu. Yudumladığı kahvenin eşliğinde kitabını okumaya başladı. Sonra yeniden yoluna devam eden otobüse döndü, dışarıdaki manzarayı seyretmeye başladı. Özellikle ışıksız yollarda şoförün bu kadar emin bir şekilde araç sürmesi onu her zaman hayrete düşürürdü. “Şoförler, karanlık yolların fatihleri.” diye aklından geçirdi. Otobüsü siyah bir ata, şoförü de cesur bir şövalyeye benzetti. Birden aklına Don Kişot geldi. Gülümsedi. Bu kez kendisini Don Kişot gibi hissetti. Düşünceleri yel değirmenleri olmuştu ama o, kahramanın aksine bu hayalî savaşlarda kılıç yerine kalbini kullanıyordu. Bu hayal dünyasında sürüklenirken uykuya daldı. Uyandığında ineceği durağa neredeyse varmak üzereydiler. “Ya uyanmasaydım?” diye düşündü bir an. Sonra gülümsedi, bir şekilde yolunu bulur eve varırdı. Otobüs terminaline girdiklerinde kaptan yolcuğun sona erdiğini anonsla ilan etti. Yolcular hareketlendi. Herkes ezberlemiş gibi hareket ediyordu. İnmek için sıraya girdiler, ardından valizlerini almaya…
Topraklarındaydı. Gecenin serinliğini özlemişti. Yıldızlara baktı. Her yolun sonu kendine, düşüncelerine çıkıyordu. Hayat, yaşanasıydı. Herkes mutlu olsundu. Valizi eline alıp arkasına döndüğünde babası karşısında duruyordu. Oysa gece bineceğini, sabaha doğru geleceğini söylemişti. Duramamıştı evde. Biricik kızını karşılamaya gelmişti işte. Babasının elini öptü. Sevinçle birbirine sarıldılar. Tüm özlemler bu sıcak kucaklamada eriyip gitti.
Evinin önüne geldiğinde içeriden sızan loş ışık annesinin sabırsızca ve hasretle beklediğinin işaretiydi. Sığınacağım tek liman dediği yuvasına, babasının kollarına, annesinin kucağına kavuşmuştu işte.
Nazan ÇELİKEL - Ankara