ÇİĞİL’E DOĞRU
Eposta :

ÇİĞİL’E DOĞRU

İşte, bu yol ovayı ikiye bölüyor. Önce Kulu’yu, Ömeranlı’yı sonra da Cihanbeyli’yi...

Cihanbeyli’yi geçince yolun iki tarafında ayçiçek, pancar, mısır tarlalarını yol boyunca görmek mümkün. Altınekin kavşağından Dedeler’e dönünce daralan yol müthiş bir adrenalin yaratıyor. Yolun dar, virajlı, iniş ve çıkışları olan bu bölümünde bazen yüz metre bile gitmeden yeni bir viraj karşınıza çıkıyor. Cihanbeyli ile Altınekin arasında gördüğümüz pancar, ayçiçeği, mısır tarlaları burada da yalnız bırakmıyor bizi.

Kadıhanı’nı geçince bize el sallıyor Ilgın Şeker Fabrikasının gökyüzüne doğru uzanan bacaları. Ve kaplıcalarıyla ünlü Ilgın’a girip Beyşehir yoluna dönünce kokusunu alıyorsunuz Çiğil’in. Dedeler-Sarayönü arasındaki dar, virajlı yolun benzerini görüyoruz yine. Bu yol, önce Göstere’ye ulaştırıyor sizi ama Göstere’yi tam göstermiyor size. Çünkü daha köyün içine girmeden bir yokuşa yönlendiriyor sizi. Geniş bir yay şeklinde yarım daire çizip köyün kenarından devam ediyorsunuz Geçitköy’e doğru. Geçit, ah Geçit! Yanından akan Çiğil Çayı’nın etrafındaki devasa söğüt ve kavak ağaçlarından hiçbir zaman göremediğim, sadece tabelasını gördüğüm Geçit… Yolun diğer tarafında harman yeri… Üzerinde patozların eksik olmadığı Geçit. Öyle çok olurdu ki patoz, iğne atsan yere düşmezdi. Şimdi mi? Şimdi bir tane bile yok. Ne koskoca söğüt ve kavak ağaçları ne patozlar... Üstelik görünmeyen gizemli Geçitköy de gizemini kaybetmiş, görünüyor açık seçik. Ama gizemliyken bambaşkaydı! Geçitköy’ü geçince dar virajlı yollar Balkı’ya ulaştırıyor beni. Bağrında siyah siyah taneli üzümler yetiştiren Balkı… Kasa kasa üzümleriyle Çiğil pazarının tezgâhlarını süslerdi. Şimdi yok. Bir cingil bile yok. Balkı’da beni şimdi bir tepenin üzerindeki cami karşılarken yol ortasında oynayan çocuklar da yok.

Caminin hemen aşağısında, bir kahvehanede muhabbet eden yaşlılar terkedilmiş evler gibi bakıyor bize mahzun mahzun. Birden orman deposu gözüme çarpıyor ve önündeki harman yeri.

Burada da patoz yok ama çocukluğumdaki dev çam ağaçları hâlâ yerlerinde. Saygı ve özlemle bakıyorum onlara. Belki de benim için Balkı’yı Balkı yapan sadece onlar. Ve tepeler yükselmeye başlıyor. Çiğil’i hatırlatan tepeler… Çam ağaçlarıyla yemyeşil kükreyen tepeler… Bu tepelerin arasında ilerlerken yolun sağında bir tabela gözüme çarpıyor: Kum Döken Suyu. Taş döşeli yoldan yokuş yukarı ilerliyorum. Kuş sesleri arasında çift kurnasıyla karşılıyor bizi. Etrafında sıra sıra nöbet tutan su bidonları, sabırsızlıkla sıranın kendilerine gelmesini bekleyen sabır taşı çatlamaya hazır insanlar… Bazıları yüzlerini ekşiterek “Bu kadar da bidon getirilir mi?” der gibi memnuniyetsiz bakışlar atıyor etrafa. Biz, sıraya girmeden iniyoruz tekrar yola. Şarlak Çeşmesi’ni görüyorum. Çift kurnalı Şarlak Çeşmesi can çekişiyor âdeta.

Çağlayarak akan çeşmenin göz pınarları kurumuş şimdi. Çeşmeyi geçip bir dönemeç daha dönüyorum, Balkı Deresi Yaylası görünüyor. Çelkelerin, ahırların, damların sadece enkazları kalmış. Gözlerimi zor da olsa kurtarıyorum yaylanın enkazından. Gaza basıyorum uzaklaşmak için. Aktarönü, Goşbasan derken bir tabela karşılıyor beni. Bitmeyen sevdam, yüreğimde buram buram dumanı tüten Çiğil. Gece geç saatlere kadar yürüyüş yaptığımız yollardan geçiyorum. Dörtyol Karşıyaka Camisi… Çarşıya dönüyorum, eski hâlinden eser kalmayan yeni park... Hemen yanında taş döşeli bir yokuş, Kırlaların Bayır… Parkın yanından başlayıp eski hükûmet konağına kadar uzanan dik yokuş... Çocukluğumuzun kayak merkezi... Kimler zıybınmadı ki... Kafile kafile, takım takım, sıra sıra dizilip tren gibi uzunca konvoylar oluştururduk. Buruş buruş olan ellerimize, soğuktan mosmor olmuş yanaklarımıza, akan burnumuza aldırmadan zıybınırdık. Ne kadar özlemişim ben seni!

Yolumun üzeri olmasa da çıkıyorum Kırlaların Bayır’dan. Hükûmet Çeşmesi yine şırıl şırıl akıyor. Dönüyorum Kizir Emmi’nin evi ama Kizir Emmi yok. Devam ediyorum İrbelilerin evi ama İrbeli Emmi yok. Arapgızıların Mehmet Emmi’nin evi de yok. Köse Emmi’nin evi de... Omar Emmi ve Durgız Hala’mın balkonunda oturuyor İdris Abi. Yani onlar da yok. Çiler Aba, Kezban Aba, Emir Ayşa Aba da yok. Evinin önündeki vişneyi her gün sulayan eski cami imamımız Tahir Hoca da yok. Aynalı pınarda bidon tokuşturan kadınlar da yok. Bir tane bidon bile yok. Canım sıkılıyor Bağlar’a yöneliyorum. Harman yerinden geçiyorum. İn cin top oynuyor. Oysa harman yerinde biz top oynardık hem de akşama kadar. Maçın biri biter, biri başlardı. Oynamak istemediğimizde “Sahadan kaçana on iki sıfır!..” sesi duyulur ve tekrar oynamak zorunda kalırdık. Tırığın Halil Emmi’nin bahçesine doğru ilerliyorum. Ne bahçe ama… Şırıl şırıl akan çeşmesi, havuzu, meyve ağaçları... Ha, bir de hayranı olduğum dev kayısı ağacı. Kayısılar havuzun üzerinde yüzerdi. Ben de seyrederdim onları hem de ağzımın suyu aka aka.

Ayrılıyorum bahçeden ve Bağlar’dayım şimdi. Muşmula ağacının gölgesinde oturuyorum. Çok geçmeden bir düdük sesi… Korucu düdüğü… Şallı geliyor aklıma. Gerçek adını hâlâ bilmiyorum. Zayıf, çelimsiz bir bedeni, elinde bastonu... Kore gazisi olduğu için ceketinde madalyaları parıl parıl parlıyor. Kimseye göz açtırmıyor, işini iyi yapıyor. Bir de Korucu Halirbem… Öyle bir düdük öttürüşü vardı ki dizlerimizin bağı çözülür, adım atacak hâlimiz kalmazdı ama soluğu yine Bağlar’da alırdık. Bağlar da bağdı yani. Her yeri üzüm, ceviz, badem olmak üzere meyve ağaçlarıyla dolu olurdu. Bayram Emmi’nin Kâşif ve Hasan başta olmak üzere onlarca çocuk akşamın karanlığında dalmıştık bir üzüm bağına. Üzüm cingillerinden birini bitirmeden diğerine geçiyorduk. Muzip çocuklardan biri üzüm cingillerini burnuna sokmuş bağlıyordu. “Bana bakın, bana bakın! O kadar çok yedim ki burnumdan gelmeye başladı.” Gözlerimi açıyorum muşmula ağacı başımda duruyor. Bağlar’dan seyrediyorum köyü. Bu köy, o köy mü bilmiyorum ama ben hep o köyde kaldım. Nereye gidersem gideyim yüreğimde taşıyorum onu. Yine başka yerlere gideceğim belki ama sen de benimle geleceksin Çiğil.

 

Ramazan KAĞNICI - Ankara