DİKİŞ MESELESİ
Eposta :

DİKİŞ MESELESİ

Üç yıl kadar önce bir dikiş makinesi aldım kendime. Yağ, şeker almak için girdiğim marketten dikiş makinesi alarak çıkışım doğrusu beni bile güldürdü. “Neden aldım bu makineyi?” diye söylenirken, kendimi dikiş dikerken buldum. Terzi değilim, terzilik de öğrenmedim. Peki, nereden peyda oldu bu dikiş meselesi?

Çocukluğum Köprülü civarında sarp bir yokuşta geçti. Bir taraftan Ramazanpaşa’ya öbür taraftan Kemer’e inen bir yokuş, daha tepede bir çamlık… Topyatağı derlerdi buraya. Ramazan günlerinde iftar saati yaklaşırken gözler ve kulaklar bu tepeye çevrilir, top atılınca sokak sakinleri neşe ve kanaat ile oruçlarını açarlardı. Sokak, çocukların oyun alanıydı. Kavga, gürültü, el ya da dil dalaşı hiç duyulmazdı. Geceleri geç saatlere kadar sürerdi sokağın canlılığı. Ertesi gün ancak ikindi saatlerinde dışarı çıkabilirdik.

“Kara kız, kaytan kız / Un çuvalını yırtan kız…”

İşte, beklediğim ses… Öğle uykusuna yatmak için zorlanan biz çocuklar, bu sesi duyunca annelerimizin koynundan usulca sıyrılırdık. Yaşlı ve yorgun evlerin bozuk, taşlı yollarından ilerleyerek yaklaşmakta olan sese doğru koşardık: “Kara kız, kaytan kız / Un çuvalını yırtan kız…” Başkası dese çok kızardım ama tatlıcı dede istediği kadar “kara kız” diyebilirdi bana. Hatta hoşuma bile gidiyordu kara kız olmak.

Saat, her günkü saat olmuştu demek. Tatlı saati… Hiç şaşmazdı. Kavurucu sıcak, ayaz, yağmur çamur demez her gün aynı saatte üç tekerlekli, camekânlı arabasını güçlükle iterek yokuşu tırmanır; mahalle çocuklarını başına toplar, mânilerini sıralardı. Her çocuğun bir mânisi vardı. Nasıl unutmazdı kime hangi mâniyi söylediğini; nereden bulurdu bunca gülünç sözü, nasıl uydururdu?

Herkes tamam olunca tatlıcı dedenin peşinde sokak sokak gezerdik. Anneler, pencerelerden “Sakın geç kalmayın, akşam ezanı okunmadan evde olun ha!” diye seslenirlerdi. Kim duyacak? Birbirimizle yarışırcasına “Halka tatlı, tatlıcı, halka tatlııı!..” diye bağırırdık. Sokaklarda ilerledikçe tatlıcı alayına katılan çocuk sayısı artar, bu da dedeyi keyiflendirirdi.

Topyatağı’na varınca dede; güçlükle ittiği tatlı arabasını durdurur, derin derin nefesler alır, gömleğinin cebinden çıkardığı kırışık bir mendille alnındaki teri silerdi. Öyle sıcak bakardı ki gözlerimize, içimiz ısınır; adını bile bilmediğimiz bu ihtiyarın hiç olmayan torunları oluverirdik.

“Koy cebine paranı, senin paran geçmez burada!” derdi. Muntazam kesilmiş kâğıtlardan bir tane alır, bir halka tatlıyı kâğıtla tutarak sıradaki çocuğa uzatırdı.

Nasıl bir lezzet ya Rabbi! Dirseklerimizden akan şerbetler, birkaç sineği başımıza musallat etse de bu lezzet anlatılabilir bir şey değildi. Tatlıcı dede tatlısı bitenleri sıraya dizer, bidondan damla damla döktüğü ılımış suyla ellerimizi yıkardı.

Bir sabah annemle babamı konuşurken duydum. Bu mahalleden taşınacaktık. Üzülmedim desem yalan olur ancak babam evimizin tam karşısında bir yazlık sinema bulunduğunu söyleyince heveslendim. Hevesi kursağında kalmak derler ya… Biz taşındıktan birkaç hafta sonra yazlık sinema yıkıldı. Yerine kocaman bir apartman dikildi. Eski mahallemi özlüyordum. Oynadığım oyunları, gezdiğim sokakları, en çok da tatlıcı dedemi…

Büyümeye başlamıştım. Evden pek çıkmıyordum. Gezmelerim ya annemin seçtiği komşu evleri ya da gitmek zorunda olduğum yerlerden ibaretti. Şu yazlık sinemanın yerine yapılan apartman var ya işte en çok girip çıktığım ev, o binadaydı. Annemin onları nereden tanıdığını hatırlayamıyorum. Belki de uzaktan bir hısımlık vardı aramızda.

 Bu apartmandaki bütün dairelerin kapıları ardına kadar açık olurdu. Yaz sıcağıyla baş etmenin en doğal yollarından biriydi kapıları açık bırakmak. Kime gelmiş olursak olalım herkesi görür, herkesle selamlaşırdık.

Giriş kattaki Ayten Hanım teyze yaşlı bir kadındı. Vücudu yorgun, aklı dinç. Sabahtan akşama kadar elinden Kur’an düşmez, ezbere bildiği ayetleri tekrar tekrar okur, dilinden dua eksik olmazdı. Her gördüğümde onun elini öperdim. Elleri her zaman zambak kokardı da ona “Zambak teyze” diyesim gelirdi. Başucundaki komodinin üzerinden eksik etmediği zambak kolonyasından bana da bol bol dökerdi.

Kübra teyze, Ayten Hanım teyzenin üst katında otururdu. Anne kız olduklarını sonradan öğrendim. Kınası eksilmeyen saçlarını beyaz, ince, oyalı tülbentlerle örter; dışarı çıkacak yahut bir mahrem görecek olursa tülbendini değiştirir, kalın örtülerle kınalı saçlarını gizlerdi. Benimle büyük insanmışım gibi konuşur; okulumu, derslerimi sorar, kendisinin de okumaya hevesi olduğunu ama okuyamadığını anlatmaya koyulurdu. Kendi yaptığı buz gibi vişne şurubunu içirmeden beni üst kata yollamazdı. Kimi zaman sokaktan geçen karcıyı durdurmamı ister, eşeğin heybesindeki kıştan basılmış ve sokak sokak dolaşılarak satılan karların tamamını satın alır, mahalleliye dağıtırdı.

 Benim bu apartmandaki asıl rotam, Huriye ablamdı. Tek başıma ve en sık gittiğim ev. Kapı ve pencereleri her vakit kapalı olan bu eve mevsimlerin rengi, kokusu; sokağın sesi ve hareketi girmezdi. Bir tek ben… Ben, belki de bu evin sokak ile olan tek irtibatıydım. Ne olmuştu da bu ev suskunluğa bürünmüştü. Bu matem havasının, bu dinginliğin sebebi neydi? Zihnimde türlü türlü hikâyeler uydururdum bu eve ve Huriye ablama dair. Suskunluk, bazen muhabbet kuşu Makbuş’un ötüşleri ile bozulur; yorgun vantilatörün çıkardığı rutin zırıltı olmasa insan bu evde sonsuza kadar uyuyakalırdı.

Huriye abla esmer, ince ve uzundu. İri, siyah gözleri sürmeli gibiydi. Siyah saçları omuzlarında dalga dalgaydı. Yaşı epey büyük olmalı ki şakaklarında birkaç beyaz tel vardı.

Evin salonu rengârenk makaralar, ipler, türlü türlü kumaşlarla doluydu. Arada bir derleyip toplasa da pek düzenli kalamayan bu oda, onun içinden hiç çıkmadığı cam fanusuydu. Pek konuşmazdı. Meraklı değildi Huriye abla. Kimin ne yaptığıyla, ne dediğiyle ilgilenmezdi. Ben ona geldiğimiz mahalleyi, çok özlediğim arkadaşlarımı, tatlıcı dedemi anlatır dururdum; o da sabırla dinler, “Belki bir gün yine görürsün tatlıcı dedeyi.” diye beni teselli ederdi. Çok becerikliydi; kalıp çıkarır, kumaş biçer, dikiş diker, makinesinin bakımını yapardı. Birkaç moda dergisi hep ortalıkta olurdu. Teyeli sökülecek bir parçayı elime tutuşturup “Hadi, sen de yap. Elin kırılsın.” dediği gün o evde bulunma nedenimi anladım. Hep annemin işi…

“Elim mi kırılsın?”

“Yani alış! Yetkinlik kazan. İş benimse hüner senin.”

“Tabii ya… Bu da annemin meşhur sözüydü.”

“İş benimse hüner senin!”

 Zamanla ben de sevdim teyel almayı, teyel sökmeyi, kumaşa tela yapıştırıp ütülemeyi. Kübra halasının hacdan getirdiği ipekliyi yaktığım gün bile hiç kızmadı Huriye ablam. Biz iyi iki dost olduk. Bir gün Huriye abla, elime bir miktar para tutuşturup “Her gün gelir misin yanıma?” dedi.

“Gelirim, gelirim tabii ama bu parayı almam.”

“Al!” diye ısrarcı oldu. “Al, yarın gelirken ikimize dondurma getirirsin.”

“O zaman başka, getiririm tabii.”

Ertesi gün dondurmaları alıp yine gittim aile binasına. Cümle kapısı açıktı her zamanki gibi. Ayten Hanım teyzenin elini öpüp zambaklandım. Kübra halanın -ben de artık hala demeye başlamıştım- vişne şurubunu içtim. Zeliha Hanım’a görünmeden geçmeliydim. O, beni lafa tutar; elimdeki dondurmalar bu sıcağa daha fazla dayanamazdı. Kapıya oturmuş evcilik oynayan ikizlere el sallayıp üst kata çıktım. Rotama varmıştım varmasına ama kapının önünde gördüğüm ayakkabı kalabalığı beni ürküttü. Büyüklü küçüklü, temiz ve süslü, kadın erkek ayakkabıları… Dönmek istedim. O anda hole çıkan Huriye ablam, beni gördü. Bugüne kadar bu evde annesi ve Huriye ablam dışında kimseyi görmemiştim, şaşırdım.

“Gel, çekinme!” dedi. “Misafirlerimiz var.”

Elimden tuttu, salonun ortasına götürdü. Elini omzuma koyup beni kalabalığa takdim etti: “Tanıştırayım: Bakmayın yaşının küçük olduğuna. Bana arkadaşlık eder. Birlikte dikiş dikeriz. Çok beceriklidir.”

Arkadaşlık etme kısmı doğruydu ama dikiş dikme kısmı abartılı oldu. Ben kim, dikiş dikmek kim? Utandım. Huriye ablama baktım, gülümsüyordu. Gözleri ışıl ışıldı. “Tuğrul abin ve ailesi.” diyerek tanışma faslını bitirdi.

Tuğrul abi, esmer bir gençti. “Akraba olabilirler mi?” diye düşündüm. Şaşırtıcı bir şekilde Huriye ablama benziyordu. Yakışıklıydı. Gür, siyah saçları güzel taranmış, sürdüğü briyantinden parıl parıldı. Özenli giyimi, bugünün özel bir gün olduğuna işaret ediyordu. Heyecanlı belki de gergindi. Huriye ablanın getirdiği kahvenin tavus kuşlu fincanını kulpundan tutup alırken ellerinin titrediğini gördüm. Bu zarif porselen fincan, ne hikâyeler düşürdü aklıma. Salonun sımsıkı örtük gri perdeleri aralanmış; ipler, kumaşlar ve dikiş makinesi toplanmıştı. Süheyla teyze çok mutlu görünüyordu. Göz ucuyla bir kızına bir de Tuğrul’a bakıyor; gözleriyle gizlediği sevinç hâlini sesiyle ele veriyordu. Ben de bu seremoniye kaptırdım kendimi. Epeyce oturdum. Eve çok gecikmiş olacağım ki annem beni almaya geldi. Tuğrul abi ve ailesiyle o da tanıştı. Biz, evimize döndük. Güzel bir gün geçirmeme rağmen içimde bir huzursuzluk vardı. ,

“Anne, Tuğrul abi onların nesi oluyor?” diye sordum. Meğer annem biliyormuş mevzuyu.

 “Nesi olacak kız, damatları!” dedi. “Huriye ablanı görmeye gelmişler. Kısmetse gelin olacak Huriye ablan.”

“Gelin mi olacak?”

 Huriye ablamı kaybetmekten korktum. İlerleyen günlerde Huriye ablam çeyiz hazırlar olmuştu. Havlu kenarları, çarşaf oyaları, danteller örüyor; yastık, nevresim dikiyordu. Dikiş makinesi tıkırtılarına mırıldandığı şarkılar eşlik ediyordu:

“Bana yardan vazgeç derler

Ben geçerim gönül geçmez

Üftadesi çoktur derler

 Ben geçerim gönül geçmez.”

Huriye ablamın gözlerindeki hüzün bulutu dağılmış; yüzü güler, dili söyler olmuştu. Mutluydu. Ben mi?.. Huriye ablam mutluydu ya…

Yaz bitti. Okullar açılınca eskisi kadar gidemedim Huriye ablama. Aklım hep ondaydı. Anneme ne zaman sorsam “Nişan hazırlıkları ile meşgul.” diyordu. Huriye ablam çoktan nişan elbisesini dikmişti oysa. Pembe, tozpembe, hayal pembesi…

Bir gün okuldan geldim. Annemin günü varmış. Salon kalabalık… Kadınların hepsi bir ağızdan konuşuyordu. İçlerinden biri “Vazgeçmişler, yazık!” demesin mi? Konuşmalara kulak kesildim.

“Niye yazık olsun canım, gül gibi kız Huriye!”

“Esaslı kızmış doğrusu. Bırakmadı annesini.”

“Baştan söyleselerdi ya bu Almanya işini!”

“Bak, şuraya yazıyorum: Süheyla durmaz buralarda. Huriye’nin bu mahallede kalıp üzülmesini istemez. Satar evi barkı gider.”

Daha fazla dinlemek istemedim. Huriye ablama koştum. Kapıyı Süheyla teyze açtı. İçeri girdim. Huriye ablam, boş gözlerle duvarda asılı pembe renkli nişan elbisesine bakıyordu. Yanına oturdum. Hiç konuşmadık. Sonra sessizce ayrıldım yanından.

Birkaç gün sonra, bir sabah uyandığımda karşı binanın en üst dairesini perdesiz gördüm.

Ben o günden sonra perdesiz pencereleri hiç sevemedim. Bir de pembeyi…

“Üç yıl kadar önce kendimi dikiş dikerken buldum.” demiştim ya… Belki de ben, dikiş dikerken “kendimi” buldum. Çocukluğumu, gençliğimi buldum.