DEDEMİN ÇEŞMELERİ
Eposta :

DEDEMİN ÇEŞMELERİ

Uzun ve yorucu bir yılı daha bitirmiş, şehrin karmaşasını arkamızda bırakıp aylar öncesinden yaptığımız planı gerçekleştirmek üzere üç kardeş köye doğru yola çıkmıştık.

Bu, tonlarca para ödeyip gidilen tatil köylerinden biri değildi. Üç beş yılda bir yaz aylarında kısa süreliğine uğradığımız, nüfusu her geçen gün azalan dede yadigârı köyümüzdü. Anadolu’da, bozkırın ortasında buğday tarlalarıyla çevrili zamana karşı direnen köy; özellikle kış aylarında -neredeyse terkedilmiş gibi- ıssızlaşıyordu. Oysaki çocukluğumuzun en sevimli, en haylaz ama en derin ve silinmez hatıraları bu köyün sokağında, harmanında, kına geceleri dağıtılan lokumlu bisküvilerinde, gül şerbetlerinde, ayçiçeği tarlalarında söylenen içli ve yanık türkülerinde, mânilerinde saklıydı. En iyi arkadaşlarımızla gece yarılarına kadar korkusuzca oynadığımız avlular, gönlümüzce dallarına çıkıp karnımız ağrıyana kadar meyvelerini yediğimiz elma, kiraz, kayısı ağaçları da bu köydeydi.

 Bu köy, tüm güzel çocukluk anılarımın biricik mekânıydı. Sonra araya şehir telaşı, üniversite, çalışma hayatı girdi. Hızla uzaklaştık hem hatıralardan hem de her köşesini adımız gibi bildiğimiz köyümüzden. Asfalt yoldan köy yoluna döndüğümüzde artık hızımız da mecburen düşmüştü. Tatlı bir Münir Özkul filmi izler gibi toz bulutlarının arasından seçebildiğim kadar etrafı izliyordum. Hafızamda canlanan her bir hatıranın hikâyesini de özet geçiyordum yanımdakilere: “Bakın, şu bizim bakkal! Dedemin verdiği buğdayları; lastik top, gazoz, çikolata, leblebi ile takas ederdik.

Şu çeşme, dedemin yaptığı çeşme. Arkadaşlarla güle oynaya az mı su taşıdık buradan. Şu kerpiç evde oturan Hasibe Nine’nin gözleri görmüyordu. Onun evine de su taşırdık. O da bize bayramdan kalan şekerlerden verirdi.”

Hatıralar yüzümüzü güldürse de ne o eski bakkalın kapısında rengârenk lastik toplar asılıydı ne de evine su taşıdığımız Hasibe Nine hayattaydı. Köydeki çoğu aile şehir merkezine taşınmış sadece bayramdan bayrama kabirleri ve köyde kalmakta kararlı akrabaları ziyarete gelip gider olmuşlardı. Hatıralardan hâlâ hayatta olan belki de sadece dedemin çeşmesiydi.

Onlarca çeşme yapımında çalışmıştı dedem. Köyün meydanına, harman yerine hatta köyün dışındaki tarlaların bir köşesine bizzat yaptığı çeşmelerdi bunlar. “Halil’in Çeşmeleri” derdi köylüler. Bu çeşmelerden birinin yapımında ben de dedeme yardım etmiştim. Onlu yaşlardaydım. Dört gün sürmüştü çeşmenin yapımı. İlk gün dedem; işe başlamadan ibrikteki suyla abdest almış, sonra besmele çekip başlamıştı toprağı kazmaya. Çok hızlı kazıyordu. Ben de kazdığı topraklardan oluşan tepeciğin başına oturmuş onu seyrediyordum. Alnından boncuk boncuk ter akıyordu. Yorulduğu her hâlinden belliydi ama durup dinlenmiyordu. Bir taraftan elindeki kazmayı toprağa saplıyor bir taraftan mırıldanıyordu. Ne söylediğini anlamıyordum. Merakımı yenemeyip sorduğumda işinin kolayca bitmesi ve bir an önce suya ulaşmak için dualar okuduğunu söyledi. “Dua her kapıyı açar, her işi kolay eder yavrum. Bak, bu çeşmeden sular aktıkça bu yoldan geçen her insan, dili bağlı kurt, kuş, börtü böcek sana da dua edecek.” Kim olduğunu bile bilmediğimiz insanlar ve kim bilir kaç türlü hayvan susuz kalmasın diyeydi bunca emek. Kazma darbeleri suya ulaşana kadardı. Suya ulaştığında büyük bir ustalıkla boruları döşemiş ve suyu toprağın üzerine çıkarmıştı. Sıra hayvanlar daha kolay içebilsin diye ince, uzun kurunlar (havuz) yapmaya gelmişti. Üç gün sürmüştü bu havuzları yapmak. Dedemin tüm çeşmeleri hep aynı şekildeydi. Tarlalardan çıkardığı yassı taşların aralarına çamurdan harç yapıp havuzun gövdesini oluşturur sonra çimentoyla sağlamlaştırırdı. Taşları taşımasına, harcı karmasına yardım ederken kendimi dedemin çırağı gibi hissetmiş, elimde oluşan çiziklere aldırış etmemiştim. O gün benim için en büyük mutluluk, son harcı sürdükten sonra elimi tutup “Gel bakalım, elinin izini havuzun duvarına çıkaralım da senin eserin olduğu belli olsun. Köye geldiğinde uğrayıp havuzları da temizleyeceksin söz mü?” diyerek elimi henüz çimentosu sertleşmemiş olan havuzun duvarına bastırması olmuştu.

“Söz dedeciğim, söz!..” diye sevinç çığlıkları atarak dedemin boynuna nasıl sarıldığımı hâlâ bugün gibi hatırlıyorum. Büyük bir usta edasıyla gezinmiştim çeşmenin etrafında. Artık çeşmenin yapımı bitmişti. Dedem kenarda duran salkım söğüt fidanını da toprakla buluşturmuş, sonra da ellerini açıp “Allah’ım sana şükürler olsun, dünya döndükçe şu çeşmenin suyu eksilmesin, şu fidan boy versin, dal budak salsın, gölgesinde cümle mahlukat serinlesin.” diye dua etmişti. Ben de “Âmin!” demiştim ellerimi yüzüme sürerek.

Üzerinde el izimin olduğu çeşmeyi görmeyeli kaç bahar, kaç kış geçmişti? Dedeme verdiğim sözü yıllardır tutmamanın üzüntüsü çöktü yüreğime. Ne kadar vefasızdım. Ben çeşmenin hatırasına dalmışken aracımız köyün tozlu yollarından geçip beyaz badanalı, mavi demir kapılı evin önüne gelmişti. “Durma, devam et; önce çeşmemi görmek istiyorum.” dedim kardeşime. “Ne çeşmesi abla?” diyecek oldu ama yüzümdeki hüznü fark edip devam etti. İrili ufaklı birkaç tepeciği ve onlarca tarlayı geçtik. Yokuşun başındaki tarlayı görünce birden bağırdım. “İşte şu tarla! Evet, evet! Hemen yanındaki de o büyük salkım söğüdün altındaki çeşme, benim çeşmem!”

Salkım söğüdün dalları rüzgâr estikçe toprağın üzerinde dans eder gibi süzülüyor, çeşmenin suyu da ilk günkü gibi akıyordu. O minicik kızın el izini bulamadım. Yerini hatırlamaya çalıştım. Havuzun duvarlarını yosun kaplamıştı. Buruk bir sevinçle duvarı yosunlardan temizlemeye başladım. Ellerim çamurlu yosunlardan çok kötü gözüküyordu. Kardeşlerim salkım söğüdün serin gölgesine oturmuş, ne aradığımı merak ederek beni izliyorlardı. Birkaç saat uğraştıktan sonra tüm havuz yosunlardan temizlenmişti. İşte oradaydı küçük el izi. Elimi minicik elin üzerine koydum ve “Özür dilerim, bundan sonra her yaz seni ziyarete geleceğim.” diye söz verdim.