TOPRAK
Eposta :

TOPRAK

İçi içine sığmıyordu. Yerleşmek için tuttukları otel odasında bulunan valizini bile henüz açamamıştı. Gece yaklaşmakta, rüzgâr ayaza çalmaktaydı. Aldırmadı, başını yastığa bile koymak istemedi. Emindi kendinden hem de hiçbir zaman olmadığı kadar emindi. Ani bir hareketle attı kendisini otel odasından dışarı. Daha önceden lazım olur diye kiraladıkları kapıdaki arabaya yöneldi. Tereddüt etmeden araca bindi ve çalıştırdı arabayı. Sonra da yola koyuldu. Yolculuk nereye idi?

Yolculuk, bağrında hasret bıraktığı özüne yani geçmişeydi. Başka bir deyişle yeni bir sabaha idi. Hayallerini süsleyen yere hızla yaklaşıyordu. Yeni bir güne özlemle şahitlik etmekteydi. İşte yaklaşmıştı hayallerine, Nemrut Dağı’na.

Ahmet, Nemrut Dağı’nın eteklerine arabasıyla tırmanırken kalbi deli gibi çarpıyordu. Sevgiliye kavuşurcasına bir arzu kaplamıştı benliğini. Pürdikkat kullandığı arabasıyla dağı tırmanırken bozuk yolları düşünmüyordu bile. Etrafta kimsecikler yoktu. Âdeta in cin top oynuyordu. Arabanın yarım yamalak aydınlattığı yolda önünü zar zor gören Ahmet, arabayı sürmeye devam etti. Nihayet içinden olur verdiği bir yamaçta durdu. Arabasından indi ve içini parçalarcasına derin bir nefes aldı. Hızlı hızlı koşmaya başladı. Durmuyordu, özgürlüğünü yeni kazanmış küçük bir çocuk gibi koştu da koştu. Yüksek bir tepeye vardı. Epey terlemişti ama oralı bile olmadı. Başını göğü öpmek istercesine kaldırdı. Kısa ama hasretle baktı gökyüzüne. İki kolunu açtı ve kucakladı geçmişini, çocukluğunu, geleceğini, emeklerini. Oturdu bir kenara, şafak sökmeye yakındı. Ahmet, hâlâ Nemrut’un dizinin dibinde, göğün gölgesinde öylece bekliyordu. Hayır, hayır! Bu, bir bekleyiş değil olsa olsa kavuşmaydı.

Çocukluğu bu dağın eteklerinde geçen Ahmet, gençlik döneminde depremden dolayı ailesiyle İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştı. Göç etmeden evvel babası ve amcası dededen kalma ne varsa satmış sonra da İstanbul’da bir esnaf lokantası açmışlardı. Fena da kazanmıyorlardı. “Dağdeviren” adındaki bu lokanta kısa sürede meşhur olmuş, çevre halkının uğrak yeri hâline gelmişti. 

Altı kardeşti Ahmet. Ailenin en küçük çocuğuydu. Herkes evlenmiş, iş güç sahibi olmuştu. O ise hâlâ işsiz, avare avare takılan bir çocuktu. Yurt dışında sinema eğitiminde kendini geliştirmişti. Gurbette olmak onu memleketine daha da perçinlemişti. Yönetmen olacaktı, tecrübe de edinmişti yabancı ülkelerde. Ülkesine bu istek ve heyecanla dönmüştü ancak istediklerini yapamıyordu. Bu konu her fırsatta aile meclisince masaya yatırılıyordu. Her fırsatta yaptıklarının saçma olduğu, işsiz olduğu, boş boş dolaştığı söyleniyordu. Bu durumdan epeyce bunalan Ahmet, her seferinde çareyi evden uzaklaşmakta buldu.

Aynı sözleri duymamak için sokaklarda dolaşır, fotoğraf çeker, yanından eksik etmediği senaryo defterine notlar alırdı. Notlarını çay ocaklarında ve kıraathanelerde temize çekmeyi alışkanlık hâline getirmişti. Bu sayede akşam geç vakitlerde evine dönüyordu.

Yaşı ilerliyordu. Gelen iş tekliflerini de reddetmişti. Kafasına yatan bir proje olmamıştı. Artık bir şeyler yapmalıydı. Belki de kafasındaki senaryoyu, aldığı notlarla zenginleştirip hayalini gerçekleştirme vakti gelmişti.

Bir ayda senaryo yazımını tamamladı. Kültür Bakanlığının senaryo yarışmasına gönderdi. İki ay sonra “Toprak” adlı senaryosu, uzun metraj alanında dereceye girmiş, hibe bile kazanmıştı. “İşte bu, başardım!” nidaları attı. İki yakın arkadaşıyla bir ekip kurdu. Film çekimi için hibeyi alır almaz hazırlığa başladılar. Hazırlık bitince yolculuk başladı. İlk göz ağrım diye düşündüğü ilk filmi çekecekti. Yolu hayal kurmak, az da olsa uyumakla geçirdi. Nihayet Adıyaman’a gelmişti.

Gençliğinde ayrılmıştı memleketinden, şimdiyse otuz üç yaşında bir yönetmen olarak yeniden buradaydı. Bakışları bir yerde, bir gökteydi. Gurur duyuyordu kendisiyle. Çocukluğunda Nemrut’a çıkarken attığı adımların izlerini arıyordu. Büyümüştü adımları. Çocukluğu, geçmişi, özlemi, yaşanmışlıkları bu büyük adımların izlerine karışmıştı.

 

Emre Çelik - İstanbul