RÜYAYLA BAŞLAYAN YOLCULUK
Siz bir rüya görüp yolculuğa çıkmaya karar verdiniz mi? Benim Konya’ya yolculuğum, gördüğüm güzel bir rüyayla başladı. Rüyamda Şems-i Tebrîzî Türbesi’ni ziyaret ettiğimi görmüştüm. İnternette yaptığım bir araştırmayla Şems-i Tebrîzî Türbesi’nin Konya’da olduğunu öğrendim ve hafta sonu havanın güzel olmasını da fırsat bilerek Konya’ya bir otobüs bileti aldım. Altı saatlik yolculuktan sonra Konya’ya ulaştım. Yolculuk sırasında Konya’ya Likyalılar tarafından “İkon” ismi verildiğini bu ismin de Frigyalıların bölgeye verdiği isim olan “konion” kelimesinden türediğini öğrendim.
Konya, kuş bakışı dümdüz bir görünüme sahip olan büyük bir şehir. Şehre doğru ilerledikçe bahçe içindeki küçük müstakil evler yerini lüks apartmanlara bıraktı. Öğlen saatlerinde şehir merkezine ulaşıp Şems-i Tebrîzî Türbesi’ni, Mevlana Celaleddin Rumi Türbesi ve Müzesini ziyaret ettim. İnsanın içini huzurla dolduran çok farklı bir manevi atmosferi vardı. Ayrılmak zor olsa da görülecek başka güzel yerler de var diyerek oradan ayrıldım. Ziyaret edilecek tarihî mekânlardan aklıma ilk gelenler şunlar oldu:
Selçuklu sembollerinden çift başlı kartal figürünün en güzel örneklerinin görüldüğü İnce Minareli Medrese (Taş ve Ahşap Eserler Müzesi), Anadolu Selçuklu Devri’ne ait çini ve taş işçiliğinin en güzel örneklerine ev sahipliği yapan ve Çini Eserler Müzesi diye de isimlendirilen Karatay Medresesi, Sultan Selim Camisi, İplikçi Cami, Konya Etnografya Müzesi, Konya Arkeoloji Müzesi, Konya Atatürk Evi Müzesi, Selçuklu ve Osmanlı Dönemlerine ait mezar taşları ve diğer taş eserlerin sergilendiği Sırçalı Medrese Mezar Anıtları Müzesi…
Gezmek güzel ama sonunda yorgunluk ve açlık olmasa... Açlık demişken Konya mutfağının geleneksel lezzeti olan bamya çorbasını ve etli ekmeğini tatma fırsatım oldu. Yemeğe boyutları çok küçük bamyalarla yapılan bamya çorbasıyla başlandığını söylediler. Bamyanın çorba şeklinde sunumuyla ilk kez burada karşılaştım. Merakımdan bir porsiyon sipariş ettim. Ama bamya çorbasının da yeme usulü varmış. Kaşığı tabağın dibine daldırıp öyle yemek gerekiyormuş. Konya’da bamya çorbası düğünlerin ve mevlitlerin baş tacıymış. Nasıl yapıldığını sorduğumda da bamyayı küçük küçük doğranmış et parçalarıyla pişirdiklerini ve malzemeler Konya Ovasın’da yetiştiği için de tadının bu kadar lezzetli olduğunu söylediler. Doğruya doğru, gerçekten nefisti. Etli ekmek dedikleri kıymalı pide de bir o kadar iyiydi. Hamuru ince, bol malzemeli ve boyutu da normal kıymalı pidelere göre oldukça büyüktü. Üzerine içtiğim bir bardak demli çay tüm yorgunluğumu almıştı. Biraz dinlendikten sonra yeniden yola koyulma vakti geldi.
Konya’nın sokaklarında ilerlerken çocuklar ellerinde poşetlerle evlerin kapılarını çalıp “Şivlilik isteriz, şivlilik isteriz.” deyip maniler söylüyorlardı. “Nedir bu şivlilik?” dedim kapı önüne oturan yaşlı bir teyzeye. Onlar da “Şivliliğin” Konya yöresine ait bir gelenek olduğunu, Regaip Kandili’nin ertesi günü çocukların kapı kapı gezerek “Şivliliik! Şivliliiik” diye bağırıp açtıkları poşetlere ev sahiplerinin kırık leblebi, leblebi şekeri, akide şekeri veya gofret koyduklarını söyledi. Karşılaştığım yaşlı teyzeler, benim Konyalı olmadığımı anlayınca “Yorulmuşsundur, otur bakalım, soluklan biraz, sohbet edelim.” dediler.
Benim de aradığım buydu. Hemen yanlarına ilişiverdim. Evin torununun ikram ettiği buz gibi suyla sohbetimize başladık. Hey gidi günler diyerek anlatmaya başladı beyaz başörtülü yaşlı teyze: “Biz çocukken çelik çomak, mendil kapmaca, yağ satarım bal satarım, yüzük saklama gibi oyunlar oynayarak vakit geçirirdik. Benim toruna da anlatıyorum. Onlar da arkadaşlarıyla oynuyorlar.” Sohbet sırasında bana hep “kuzum” diye hitap ediyordu. Bu sıcacık sohbetle bir an çocukluğuma gittim. “Biz de yedikiremit, seksek, beştaş oynardık.” dedim. Yaşlı teyze başını hafifçe öne doğru sallayarak gülümsedi. Müsaade isteyerek, ellerini öpüp yanlarından ayrıldım. Çocuklarla birlikte az önce duyduğum maniyi tekrarlayarak sokağın başına geldim:
“Şivli şivli şişirmiş,
Erken kalkan pişirmiş.
İki çörek, bir börek,
Bize şivlilik gerek.”
Vakit çok geç olmadan Alaeddin Keykubat Camisi ve Türbesi’ni de ziyaret etme fırsatım oldu. Alaeddin Tepesi’nde mola vererek bir fincan kahve eşliğinde manzaranın tadını çıkardım. Konya gerçekten buram buram tarih kokuyordu. Adım attığınız her yerde bir yaşanmışlık vardı. Burada her bir nokta, gözlerinizi kapatıp şöyle bir geçmişe gidebileceğiniz geçmişle sizi birbirinize bağlayan bir köprü gibidir.
Güneş batmaya başlayınca aileler serin yaz akşamında termoslarını alıp parklarda oturuyor, bir taraftan sohbet edip bir taraftan da çaylarını yudumluyorlar. Çocuklar, arkadaşlarıyla elim sende, kovalamaca gibi oyunlar oynayıp geleceklerine anı biriktiriyorlar.
Gece öğretmenevinde konakladıktan sonra sabah Aziziye Camisi’ne ve yakınında kurulan Kadınlar Pazarı’na gittim. Konya’ya özgü şeker mısırını ilk kez burada gördüm. Bu pazarda başka yöresel lezzetleri de tatma olanağım oldu. Çarşıda gezerken küçük bir dükkândan “Köpük helvalarım var.” sözünü duydum, hemen oraya yöneldim. Köpük helvanın buraya özgü bir lezzet olduğunu ve çok şifalı olan çöven otundan yapıldığını öğrendim.
Konya kafamda hep tarihî, manevi yönüyle yer edinmişti. Meğer parklarıyla da meşhur bir şehirmiş. Türkiye’nin en büyük Japon parkı olan Kyoto Japon Parkı, Karatay Şehir Parkı, Dede Bahçesi, çocuklarınızın ilgisini çekecek T-Rex Parkı, Pamuk Şekeri Parkı, Cihan-ı Türk Parkı bölümlerinden oluşan 80 Binde Devrî Âlem Parkı, Türkiye’nin havacılık konseptli ilk parkı olan Türk Yıldızları Parkı, Avrupa’nın en büyük kelebek uçuş alanına sahip Konya Tropikal Kelebek Bahçesi, Ecdat Parkı, Kozağaç Parkı, Konya’nın en büyük parkı olan ve geniş bir meyve bahçesi bulunan, parka gelenlere meyve toplama olanağı sunan Karaaslan Hadimi Parkı şehir merkezinde gezilecek parklar ve mesire yerleridir. Sille’de Baraj Parkı, Akşehir’de Nasreddin Hoca Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, Nasreddin Hoca Gülmece Parkı, Ilgın’da Bulcuk Barajı, Dere ve Piknik Alanı, Seydişehir’de Kuğulu Park Mesire Yeri, Bademli köyünde Yerköprü (Göksu) Şelalesi ve Beyşehir civarında Eflatun Pınarı da Konya’ya yakın mesafedeki diğer doğal güzelliklerden.
Meram Bağları mesire alanını gezmeden olmazdı. Gittim, derenin etrafındaki ağaç gölgelerinin altında yürüyüş yapıp su değirmeninin şırıltısını duyabileceğim bir yerde oturup çayımı yudumladım. Sıcak yaz günlerinde insana serinlik ve huzur veren bir yerdi. Bir semaver çay bitmişti bile. Manevi anlamda huzur bulduğum, tarihî ve kültürel güzelliklerinin içinde kaybolduğum Konya şehrinden ayrılış vakti gelmişti. Dönüşte önceden hakkında çok güzel şeyler duyduğum Eşrefoğlu Beyliği zamanında Semerkant ve Buhara gibi kadim Türkistan şehirlerinde yer alan ağaç direkli camilerin Anadolu’daki en güzel örneklerinden Beyşehir’deki Eşrefoğlu Camisi’ni ziyaret etmeyi planladım. Kış aylarında caminin çatısında biriken karlar; çatının ortasındaki boşluktan akıp ortada bulunan havuzda birikmiş ve ortamı nemlendirerek yakılan sobalardan dolayı ahşap sütunların kuruyup çatlamasını engellemiş. Bu özelliğiyle ağaç işçiliği bakımından dünyadaki ender örneklerden biridir. Bu Türk mimari dehasının bir yansıması değil de nedir?
Beyşehir Gölü’nde kısa bir tekne turundan sonra unutulmayacak bir hafta sonu geçirdiğim yolculuğumun sonuna geldim. Bir rüyayla başlayan yolculuğum bana Mevlana Celaleddin Rumi’nin gönül dünyasında büyük değişikliklere sebep olan Şems-i Tebrîzî’yi ziyaret edip onu daha yakından tanımama, daha önce görmediğim güzellikleri görmeme ve tatmadığım lezzetleri tatmama vesile oldu. Bundan dolayı mutluluğum bir kat daha arttı. Bir dahaki sefere her yıl Aralık ayında yapılan Şebiarus Törenleri’ne katılmak dileğiyle şimdiden özlem duyduğum Konya’ya veda ettim ve her veda yeni bir başlangıçtır, diyerek yönümü yeni rotalara çevirdim.
Emine Esin Ünlü - Isparta