KÖY YOĞURDU
Eposta :

KÖY YOĞURDU

Şanlıurfa’nın kuzeyinde, Atatürk Barajı manzaralı merkeze bağlı bir köyde müdür yetkili öğretmen olarak tek başıma göreve başlamıştım. Takvimler 2007 yılının sonbahar aylarını gösterirken ben ikinci yılımın vermiş olduğu öz güven ve idealistlik ile çalışmalarıma titiz bir şekilde devam ediyordum. Birleştirilmiş sınıfın avantajlarını doğru kullanarak bir yandan öğrencilerime aktiviteler yaptırıyor bir yandan da köy halkı ile çeşitli etkinlikler düzenliyordum. Köyde okuma yazma bilmeyenler için bir kurs onayı alıp cumartesi ve pazar akşamlarında da köy okulundan yararlanmanın önünü açmıştım. Çalışmalarım köy halkı tarafından takdirle karşılanıyordu. Bana vermiş oldukları değer ve destek günden güne artıyordu. Bu destek bazen bir davet, bazen bir yumurta, bazen de halis muhlis koyun sütünden köy yoğurdu oluyordu ve bunların hepsi beni çok mutlu ediyordu.

Okul lojman binası ile köy arası, otuz kırk metre mesafedeydi ve göle sıfır olan okul lojman binamın manzarası inanılmaz güzeldi. Kursa gelen teyzeler kurs saatinden önce gelirler, göle doğru otururlar, sohbet ederler ve benim lojmandan çıkıp okula geçişimi beklerlerdi. “Ayıp olur.” düşüncesi ile de ellerinde birer tabak ya da küçük metal sürahi şeklindeki kaplarla bana yoğurt getirirler, bu getirdikleri yoğurdu överek -ki övülmesine hiç gerek yok- bana sunarlar. Akabinde sıralarına oturup dersimi dinlerlerdi. Ben de yoğurdu çok sevdiğim için mahcup bir tebessümle alırdım. Bu durum bir müddet sonra bir yarışma havasına döndü. Tüm kursiyerler yoğurt getirir hâle geldi. “Bak hoca benim yoğurt kaya gibi!”, “Bak hocam benim yoğurdum bıçakla kesiliyi!”, “Bak hocam ters çeviriyim dökülmiyi…” gibi cümlelerle devam eden bir üstünlük mücadelesine dönüşüverdi. Bu arada benim orta boy buzdolabım son rafına kadar yoğurtla doluyordu.

Yoğurtlar bozulup boşa gidecek diye ödüm kopuyordu ve bu korku hepsini kısa zamanda tüketmem gerektiği fikrini aklıma getirmişti. Perşembe günü karar vermiştim, bu yoğurtlar bitecekti. Planım şöyle idi: “Cuma sabah kahvaltı yoğurt ve yufka, öğlen yoğurtlu makarna ve ayran, akşam ise kalan yoğurtlar ve yufka.” Bu arada gün içindeki su ihtiyacımı, yemeye ayırdığım yoğurtların dışındaki yoğurtları ayran yaparak gideriyordum. Cuma günü planımı uyguladım. Cuma akşamı saat 20.00 sularında uyuyakalmışım.

Sabah saatleri… Dışarıda bağrışmalar… Israrla vurulan kapı… Saatime baktım. Saat sabahın 07.30’uydu. Zor bela kalkıp kapıya koştum ve telaşla kapıyı açtım. Teyzeler, amcalar, öğrencilerim… Hepsiyle göz göze geldik. Muhtar gözleri dolu ve sinirli bir şekilde: “Neredesin hocam? Köyde yoksun, kursta yoksun!” diye çıkıştı. Ben de saati gösterdim, “Ne oluyor Muhtar! Sabah saat yedi buçuk ve ben lojmandayım. Ne kursu? Kurs akşam ya!” diye ben de ona çıkıştım. Muhtar şaşkın ve bezgin bir şekilde “Hocam bugün günlerden pazar.” dedi.

Ben, cuma günü yattım, cumartesi sabahı seslere uyandım zannederken meğer cumartesi gününü yoğurdun etkisiyle uyuyarak geçirmiş; telefonları, kapı çalmalarını duymamış ve başta memleketteki ailem olmak üzere bütün köyü merak içinde bırakmıştım.

Hayatımda o cumartesi yok. Kaybettiğim, yaşadığım ama aslında yaşamadığım bir cumartesi… O günden sonra köylü ile anlaştık. “Yoğurdu ben isteyince getirebilirsiniz.” kararı aldık. Daha doğrusu bir önlem olarak onlar bu kararı aldılar, ben sadece karara uydum.

 

Nihat Akıncı - Bursa