BURSA’YA MEKTUP
Bursa, Ey aklımda zamanı durduran kadim şehir!
Senden kopar gibi ayrıldım. En ince damarlarına kadar ruhundan koparılan kalbimin acısını taşıdım her adımda. Bütün hülyalarımda seni yaşayıp sonra bütün varlığımla senden ayrılmanın acısıyla… Ben ayrılmadım, yollar beni paramparça götürdü. Yollar ayaklarımın altından akıp gitti. Başka bir âlemdeyim şimdi. Dayanacağım. Sen, acıları en naif hayallerle dindiren şehir! Sen, hüzünleri en güzel seslerle güldüren şehir! Hiçbir çizgini esirgeme benden. Ben, sende tek bir günüm. Ben, sende bir bütünüm.
Zamanı avuçlarında gördüm. Zaman geldi ve avuçlarında durdu. Her biri yüzyılların hengâmesini işlemeye devam eden saatlerin kusursuz dakikaları, takvimlerin şaşmayan yaprakları gibi sana tutunan türbeler, tekkeler, çeşmeler ve camilerinle biz fânilere ebedî oyunlar oynayan iklimini bir gün değil gündüzler ve gecelerde sana bakan bir yıldız olarak sonsuzca yaşamak isterdim.
Ey rüyalar şehri!
Çınar ağaçları ile serinlik kazanan bir bahçede rüyalara açılan kapılarınla karşıladın beni. Yemyeşil bir rüyada... Bir rüya ki destanlar, efsaneler, ülkü ve hedefler çizgisinde büyüyen, devlet kuran, şehirler imar ederek yol alan bir medeniyetin motifleri, sonsuz aynalar gibi çoğalıyordu içinde. O aynalardan birine düştüm, onunla sana, Devletialiyye’nin dibacesine tutundum. Rüya içi bir rüyadaydım artık. Çağrısından ayrılamadığım bir uçuruma bakar gibi uzun uzun baktım Osmangazi Türbesi’nde sana emanet edilen sandukalara ve onlardaki fânilere. Baktım ve bir çınar büyüttüm, bir devlet kurdum içimde seninle yeniden. Taş ve toprak arasında başlayan o sonsuz macerayı, şehirler imar etme, insanı mamur etme macerasını, Türkistan diyarlarından alıp sana getirdim. Senden alıp İstanbul’a, bütün Anadolu’ya, Balkanlara kadar götürdüm. Nice nurlu şehirler kurdurdun bana ama kiminin yıkılışını, kiminin mahzun kalışını gördüm uzaklardan. Zaman ve mekân, ölüm ve sonsuzluk, sudaki halkalar gibi büyüdü içimde. Senin çağlardan çağlara, kıtalardan kıtalara taşınan ölümsüz ruhunu, o ruhla şehirler kuran ve milletine bir medeniyet inşa ettiren sonsuz ilhamını bir mütevazı türbende ve o sandukalarda gördüm. Elinde gül koklarcasına ölümü koklayarak başka bir âlemde ebedî bir uykuya dalan o fânilerin son düşleri biz miyiz yoksa sen misin ey şehir? Şimdi sana bakıp bizden sonrakilerin içinde yaşayacakları düşler ilham et bana. Yokluk ağır, yokluk kurulmaz bir düş. Beni hissiz ve düşüncesiz bırakma.
Ey evliyalar, sultanlar şehri!
Dakikaların akıcı, vaktin dar olduğu bir günde yaşadım seni. Zaman ararken zamanlar buldum sende. Gümüşlü, Muradiye, Yeşil Türbe ve Ulu Cami… Rüyalarda yol gösteren sultanlar, sırlar çözen evliyalar gibi gezdirdiler beni. Akıl akrep, gönül yelkovan, dolaştım durdum âleminde. Bir şiir takıldı dudaklarıma ve onunla tavaf ettim bütün mimari mucizelerini. Sözün şiire, şiirin mimariye dönüştüğü o âlemde taşları ipek kumaş edası ile işleyen dehamızın etrafında oluşan bütün bir yaşam, sende sonsuz bir rüyaya dalmış gibiydi. Bir şiir takıldı dudaklarıma, sonu gelmeyen bir şiir. Şiirle göklerinde kanat çırpan bir güvercin özgürlüğü kondu yüreğime. Uçtum ama getiremedim göklerin ve şiirin sonunu. Sonu olmayan gökler gibiydi sende şiir. “Bursa’da bir eski cami avlusu” diye başlayıp her uçuşta düştüm şiirden. Zaman, mekân, sesler ve müzik bir ırmak olmuş akıyordu. Çeşmelerin, suların başında pırıl pırıl bir zamanın akışındaydım.
Ey şehirler sultanı!
Bir gezi güzergâhında dostlarla koşar adım geçtim sihirli mekânlarından. Dünyada koşarak gezilemeyecek şehirlerden biri olduğunu anlamadan… Nice ruhların, eşiklerinden bir hüzünle geçip kapılarından bin hüzünle ayrıldığını ve hissiyat çizgilerinin değiştiğini bilemeden... Seninle kendine cevher, düşüncelerine pusula arayan bir kalem erbabının sonsuz ilham kaynağını bulması ya da gizemli dünyalar peşine düşen heyecanlı bir seyyahın bulduğu güzellikler manzumesini ilk gören kişi gibi yaşayacağı şaşkınlıkla tutulma ve düşünememe hâli sarmıştı beni. Her anının dizelere kaydedileceği, her görüntüsünün satırlara işlenebileceği bir mekânda bütün güzellikleri kucaklamaya, hepsini hayaline alıp götürmeye çalışmak ama hiçbirini yaşatamayacak, hiçbirini canlandıramayacak olmanın çaresizliği arasında donup kalmıştım. Yollarında her adımımı düşünerek atmam gerektiğini, mimarinin geçmişi ve anı ayrılıksız bir zaman dilimine dönüştürerek bana masallarla dolu bir açık hava müzesinde oyunlar oynayacağını, koşar adım gezerek en güzel anı, en güzel görüntüyü yakalayamayacağımı nereden bilebilirdim? Bilseydim bir başıma gezerdim, bilseydim bir başıma kaybolurdum tarihî çizgilerinde. Dostlarımın beni bir şiirden, ezelî bir rüyadan koparmasına izin vermeden... Dünyada yapacağım son ve en önemli işimin usul usul senden ayrılmak olduğunu düşünür gibi. Senden gidilemeyeceğini, seninle ancak bir melali kuşanarak gidilebileceğini bilir gibi.
Çağır beni ey şehirler sultanı!
Adını duyunca gönlümden sana açılan kapılardan geçtim yıllarca ama çözemedim sırlarını. Ne zaman telaffuz etsem beni sulara taşıyan, beni sularda gezdiren, düşüncelerimi yıkayan bir şeyler var oluyor adının seslerinde. Her parçası pırıl pırıl tarihî mekânlardan oluşan ve kusursuz işleyen bir saat gibisin. Bursa... Bu saat, bu saadet… Ben bu saatte saadet dolu bir mazinin sonsuz mutluluğunu, geçmiş ve gelecek zamanları birbirine bağlayan akıştaki bütünlüğünü ve bir iklimin gönüller yapmaya, gönüller kurmaya muktedir olan sonsuz gücünü, onun insanı kendine çağıran sesini duyuyorum.
Çeşmelerinle, cami ve türbelerinle, bütün evliyalarınla çağır beni ey şehir!
Sen çağır, ben gelirim
Sebahattin Günday - Trabzon