İNCE YOLLARDAN ERZURUM’A
Bir yola çıkacaksa insan önce içine içine adımlamalı. Niye gitmeliyim, nereye gitmeliyim? Kaçmalı mıyım yoksa aşmalı mıyım? Hiç olmazsa dağa taşa vurmalıyım kendimi.
Kutadgu Bilig’de “Kıldı yinçge bu hâtır yolı” derken şairlerin gönül yolunun kıldan ince olduğundan bahsediliyor. Şair değilim, bir Evliya Çelebi de olamam amma niyetimi alıp giderim ince ince yollardan.
Akşam saatlerinde Ankara’dan Doğu Ekspresi ile yola revan oluyoruz. İki aile, yan yana iki kompartıman ayarlamıştık. Çaylar, kahveler, kekler ve börekler eşliğinde keyifli bir yolculuk yapıyoruz. Komşuculuk oynuyoruz koca koca insanlar, bir araya gelip havadan sudan konuşuyoruz. Muhabbete doyum olmaz ama yoruluyoruz. İnsan yolda olsa da biraz da içine yol almak istiyor. Herkes kendi kompartımanına çekiliyor. Beşik gibi sallanan tren, uzun süren muhabbetler gece vakti hepsi birleşince uykuya dalmamak mümkün değil.
Sabah gün doğumunu tren camından izlemek de ayrı bir güzelmiş. Anın tadını çıkarırken bu keyfi kitapla taçlandırmamak olmazdı. Uzun süren yolculuğun keyfini çıkarmak istiyorum. Bir yere yetişmeye çalışmadan, manzarayı sindire sindire izlemek niyetindeyim ki öyle de yapıyorum. Manzara güzel! Doğanın her hâli, renklerin tonları, bulutların değişik şekillerde ana dem vurması… Tefekkür edecek, zikredecek, şükredecek onca şey…
Az gittik, uz gittik; dağ bayır ve şehirler…Ankara, Kırıkkale, Kayseri, Sivas, Erzincan… Erzincan’ın bir köyünden geçerken tren yolunun yakınındaki köy çocukları trene doğru koşmaya başladı. Çocukları seyrederken trenden onlara doğru atılan para, yiyecek vs. gördüm. Nereden bildiler ki bir şeyler vereceklerini diye düşünürken âdet olduğunu öğrendim. Trenin geçiş saati hemen hemen belli, ses de duyulunca çocuklar bir şeyler kapma umuduyla koşmaya başlıyorlar. Trendeki yolculara el sallıyorlar. Ne güzel bir gelenekmiş yahu!
Tren penceresi ile muhayyilemin penceresi arasında uçuşan güzellikleri takip etmeye çalışırken son durağımıza -trenin değil- geliyoruz ve bir gün süren yolculuğun sonunda Erzurum’da bir günlük mola veriyoruz. Tren garında bir koşuşturmaca… Elinde sipariş paketleriyle bekleyenler var. Şaşırıyorum! Meğer yola devam edeceklerin cağ kebabı siparişi vermeleri meşhurmuş. Eşyaları bırakıp biraz da dinlenerek şehri gezmeye çıkıyoruz. Ara sokaklarda, apartman önlerinde bir köşeye oturmuş beştaş oynayan çocukları görüyorum. Öyle odaklanmışlar ki oyunlarına onları izlediğimi bile fark etmiyorlar. Taşı yukarıya her attıklarında yüksek sesle “Birler, ikiler, üçler, dörtler, depo, gudikler, el üsti, köpri” dediklerini duydum. Ben mi yanlış anladım acaba diyerek daha dikkatli dinliyorum. Evet, evet, duyduklarım doğruydu. Kaybedene ceza bile varmış üstelik. “Elledim üzledim, tepeledim düzledim.” deyip elini tırmalar gibi yaparlarmış yani onların deyimiyle “ciciric ırmak”. Altı üstü oyun deyip geçmemek lazım, ne kelimeler ne anlamlar yüklemişler çocuklar. Dayanamayıp “En sevdiğiniz oyun beştaş mı?” diye sorunca “Beşdaş değil aşşık oyunu.” cevabını alıyorum. Hemen anlatmaya başlıyorlar: “Aşşık, kemiktir, ‘eneke’ deriz, boyarız, yağlarız. Erkek oyunudur ama kızlar, erkekler herkes oynar. Rakibin aşşıklarını almaya çalışırız. Kazanan ‘yuttum’, kaybeden ‘yuduzdum’ der.” Çocukların yanından çocukluğumu da alarak ayrılıyorum. Kemiklerden oyun çıkaran, çamurdan bebek yapan biz, ne üretkenmişiz.
Şehri dolaşmaya devam ediyoruz.Akşam saatleri, mevsim yaz ama hava serin. Bu havada üşüyorsam kışın nasıl geçiyordur diye düşünmeden edemiyorum. Evliya Çelebi’nin Erzurum betimlemeleri geliyor aklıma. Ha bir de damdan dama atladığında havada donup kalan kedi vardı değil mi? Çatılara bakıyorum; soğuğu, geçmişi hissediyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında”, tüm zamanlar birbirine karışmış vaziyette.
Zaman, zaman içinde diyebileceğimiz yerlerden biri olan Çifte Minareli Medrese, Erzurum’un sembolü hâline gelmiş. Hâl böyleyken gitmemek, görmemek olmaz. Çift başlı kartal, hayat ağacı gibi birçok motif taş süslemesi ile işlenmiş. Buram buram eğitim, yetenek, estetik kokan mekân… Gel de hayran olma!
Sanat yalnız taşlarla sınırlı kalmamış. Taşhan da çeşitli süslemeleri, el yazmaları ve takılarıyla kadın erkek her yaş grubuna hitap eden zengin bir kültür hazinesi sunuyor. Hem yerleşim yerinin tarihî dokusu hem de el emeği ürünlerin zenginliği görenleri büyülüyor âdeta. Herkes anı tekrar tekrar yaşamak ve sevdikleriyle paylaşmak adına bu güzelliklerden alma telaşına düşüyor.
Zamanı ölümsüzleştiren mekânlardan biri de Erzurum Kongre Binası. Mustafa Kemal’in sivil olarak katıldığı, toplanış şekli olarak bölgesel gibi göründüğü ancak millî olan kongrenin yapıldığı yerde delegelerin duygularına ve coşkularına iştirak etmek insanı hem hüzünlendiriyor hem gururlandırıyor.
Erzurum, ne kadar da tarihî ruha sahip bir şehir! İnsanın aklına üçler yediler kırklar geliyor. Üçler demişken Üç Kümbetler de buradaki yapıtlardan biri. Yapıtların taşlarına dokununca tarihin izleriyle ruhumu demliyorum. O akşam ve ertesi gün şehrin tarihini, mimarisini derin derin içime çekiyorum. Erzurum sokakları, kalesi, medreseleri, camileri, türbeleri, çeşmeleri, hamamları, konakları… Emir Saltuk, Mimar Sinan, Murat Paşa, Habib Baba, Nene Hatun, Evliya Çelebi…
Bir günlük moladan sonra Olgunlar (Meredet) Yaylası’na doğru bir dolmuşla hareket ettik. Yol üzerinde bulunan Tortum Şelalesi’ne uğradık. Dünyanın en büyük şelaleleri arasında yer alan Tortum Şelalesi genişliği ve yüksekliği ile görenleri hayrete düşürüyor. Tepeden bakınca orta kısmında oluşan ebemkuşağı ile süslenip püslenmiş, kemer de takınıp ziyaretçilerine süzülüyor gibi duruyor. İnsan bıkmadan saatlerce onu izleyebilir. Kimileri izlemekle kalmayıp suyun yere düştüğü kısımda oluşan kazanda yüzüyordu. Orada bulunanlardan şelalenin nefes darlığına ve kalbe iyi geldiğini söyleyenler oldu. Böylesi bir ihtişamın nefese ferahlık, kalbe huzur vereceği aşikâr. Evet, saatlerce kalmak istesem de daha görülecek ve gidilecek yerlerin merakıyla usuldan ilerlemek istiyordum. Usuldan demişken 8761 hektar büyüklüğünde olan Tortum Gölü Sulak Alanı, Uzundere ilçesi Cittaslow seçilmiş. Allah Allah, bu da nedir deyip araştırınca İtalyanca şehir ile İngilizce slow kelimelerinden oluştuğunu ve güzel Türkçemde “sakin şehir” olarak adlandırıldığını öğreniyorum. Şimdi hakkını vermek gerek; insanın varsa sinirlerini alan, sakinleştirenbir manzara varken başka bir ad düşünülemezdi: Sakin şehir… Bu oluşumun çok da sakin olmadığını, heyelanın Tortum Çayı’nın önünü kapatmasıyla oluştuğunu seyir alanındaki tabeladan öğreniyorum. Her sancılı, zorlu şeyden sonra gelen bir güzellik…
Son olarak efsane ve rivayetleri olan, halktan birinin gördüğü rüyada “Abdurrahman ziyarete düşkündür, onu ziyaret edin.” sözüyle yapılan Abdurrahman Gazi Türbesi sık ziyaretçi almaktadır. Hatta Erzurum’a gelip de türbeyi ziyaret edemeyenlerin bir daha Erzurum’a geleceği inancı vardır. Erzurum; yalnız gezilip görülen yerleriyle değil görülmemiş mekânları ile de insanları kendine çekmektedir.
Anadolu’m sen ne güzelsin. Bu sayfalara sığmayacak ne çok güzellik barındırıyorsun koynunda.
Aşık Oyunu
Aşık; keçi, koyun gibi çift tırnaklı hayvanların ön dizlerinde bulunan dikdörtgen şeklinde bir eklem kemiğidir. Bu kemiklerle oynanan oyuna da “aşık oyunu” denir.
Açık ve düz alanda oynanan aşık; erkek oyunudur, iki veya daha fazla kişiyle oynanır. Aşık kemikleri her oyuncuda eşit sayıda olmalıdır. Yalnız çocuklar değil yetişkinlerce de oynanan oyunun en çok bilinen ve en fazla oynanan türü “aşık atma”dır.
Farklı renklerdeki aşık kemikleri “zıda” adı verilen bir dairenin ortasına kümelenir. Daire dışından “enek” denilen büyük aşık kemiği fırlatılarak ortada dizilmiş olan aşıklar çemberin dışına itilir. Dışarı çıkan aşık, atışı yapan oyuncunun olur; aşık dışarı çıkmazsa oyun sırası diğer oyuncuya geçer. Bütün kemikler, halkanın dışına vurularak çıkarılırsa oyun biter. Kazanan “Yuttum!”, kaybeden “Yuduzdum.” der.
Ayşe AKAY DEMİRCİOĞLU | ANKARA