YAŞAMAK, YAZMAK VE OKUMAK ÜZERİNE
Eposta :

YAŞAMAK, YAZMAK VE OKUMAK ÜZERİNE

Yaşamak, yazmak ve okumak varoluşsal bir eylemdir.İnsan doğumuyla ölümü arasında kendini bulmak ve gerçekleştirmekle mükellef bir varlık. Diğer tüm canlılar içgüdüsel bir yaşam sürerken insanoğlu içgüdüsel yanları dışında bilgiyi üreten, geliştiren ve bir sonraki nesle bunu yazı ve sözle aktaran bir varlık. Hal böyleyken yaşamak insanoğlu için başlı başına bir meseledir.

Yaşamını anlamlandıramayan insan buhranlarından da bir türlü kurtulamamaktadır. Postmodern insan bu yaşamak sancısını çok daha derinden ve sarsıntılı hissetmektedir. Bir de Homoekonomikus (sadece iktisadi menfaatlere yönelen insan) dediğimiz bir insan tipiyle karşı karşıya olduğumuz çağımızda parasal bir değer ifade etmeyen her şey anlamsız ve boşa harcanmış zaman ve eylem olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazılan kitabın yazan ve basımevi açısından ekonomik karşılığı varsa değerli, yine okunan bir kitabın okuyana ekonomik ya da popülerlik bağlamında bir getirisi varsa okunası. Bundandır ki bir dünya kitap yazılmakta hiçbir faydası olmayan. Kişisel gelişim kitaplarının hemen hemen hepsi hayatta nasıl başarılı ve zengin olunur teranelerini anlatmakta çağımız insanına. Başarı; mevki- makam, binilen araba, oturulan ev, kullanılan cep telefonu vs. olarak tanımlandığından vahşi bir kapitalist ortam sunmakta insanoğluna çağımız.

Hal böyleyken yazmak ve okumak da başlı başına düşünülmesi, yorumlanması ve daha sonra eyleme geçirilmesi gereken varoluşsal bir durumdur. Yazar yazdığının ne kadar basılacağını, kaç adet satacağını, yazdığından ne kadar kazanacağını hesaplayan insan değildir. Yazmak, yaşama çözüm aramaktır. Sait Faik “Yazmasaydım deli olacaktım.” der. Sait Faik’in bu cümlesi, “Haritada Bir Nokta” öyküsünün son cümlesidir.“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım.Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum, öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” (Sait Faik, Son Kuşlar, s. 51, Varlık Yayınları, 1956, İstanbul). Bu, yazarın yazmakla ilgili duruşunu, yazmaya verdiği anlamı ifade eden çarpıcı bir örnektir. Yine yazmak hususunda Cemil Meriç şöyle der: “Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açmazlar.” Burada denize atılan bir şişe sizce de yazarın varoluşsal bir yardım çığlığı değil midir tüm insanlığa? Friedriche Nietzsche yazdığı halde deliren son dönemin en önemli felsefecilerinden biridir hiç şüphesiz. Nietzsche’yi delirten şey yaşamak yükünün ağırlığından başka ne olabilir ki? “Tolstoy çok büyük bir yazar olmuş, hatta dünyanın en ünlü yazarı haline gelmişti yaşarken; ama ruhundaki fırtınalar dinmemişti. Hayatın anlamını sorguluyor, felsefecilerle, bilim adamlarıyla konuşuyor ama sorularına yanıt bulamıyordu.Farklı dinî görüşler benimsemiş, Tanrı ile insan arasında aracılığa gerek olmadığını düşünmüş, bu düşüncesinden dolayı kilise tarafından aforoz edilmişti.Devleti, çarları eleştiriyor; savaşa, şiddete, baskıya karşı çıkıyordu.” Tolstoy hayatı boyunca hep arayış içinde olmuştu. Bu arayış dünyanın en ünlü yazarını 82 yaşında yollara düşürecek kadar güçlü bir duyguydu. Şimdi tüm bu örneklerin yanında okur kitlesi önceden belirlenmiş, yazarların boy boy afişlerinin reklam panolarını süslediği, önüne her gelenin kitap yazdığı, her şeyin ederi kadar değerli olduğu çağlara erdik. Belki her zaman-bu kadar olmasa da- popüler kültürün dayattığı kitaplar, yazarlar ve hatta yaşamak vardı insanoğlunun karşısında. Belki de her zaman olacak.

Okumak da yaşama dair, varoluşa dair bir duruş ifade eder. Okur da kendi varoluşunu gerçekleştirmek için okursa, anlamlı bir eylem içine girmiş olur. Yaşamımızı anlamlandırabilmek için okumamız gerekir çünkü. Kutsal kitabımızın ilk cümlesi de “Oku” değil midir zaten? Tam da bu noktada “Ne okumalı, neden okumalı, nasıl okumalı?” gibi sorular çıkıyor okurun karşısına. Okumamıza referanslar belirlememiz gerekiyor. İsmet Özel “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse, öbürüne sağır.” diyor. Kulak kesildiğimiz dünyayı mı okumalıyız sadece? Yoksa oku, dedikleri için mi okumalıyız? Okumak, hangi yaramıza merhem olacak bizim? Yoksa popüler kültürün bize dayattığı kalıp kitapları mı -hapı yutar gibi- yutmalıyız? Tüm değerlerin hızla tüketildiği çağımızda bir değer kaygısıyla okunmayan her kitap, zamanı boşa geçirmenin diğer adı oluyor. Okumayı anlamlandıran yazan değildir hiçbir zaman. Okuyan yazılan kitabı veya metni her daim yeniden yorumlar ve kendine göre, kendince yorumlar. Ya da yine İsmet Özel’in ifadesiyle “Bir kitap asla teftiş edilmek üzere okunmaz.” Teftiş edilmek üzere okunan her kitap insanın zihnine de ruhuna da yüktür çünkü.

Okumak sadece kitap okumak değildir. Çin felsefesinde insan dört boyutuyla ele alınır. İnsanın kendisiyle ilişkisi, insanın insanla ilişkisi, insanın doğayla ilişkisi ve insanın Tanrı’yla ilişkisi. İnsan önce kendisini, sonra insanları, doğayı ve Tanrıyı okumalıdır. Okunmayan her şey eksiktir çünkü. Okumak düşünmektir. Okumadan düşünmek mümkün değildir.

Okuduğumuz her kitap ruhumuzu besleyip bizi güzel insanlara dönüştürmüyorsa insana, çevreye, doğaya ve hayvanlara karşı daha duyarlı yapmıyorsa okumak ne anlam ifade eder?

 

Adil DEMİRKIRAN | Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni | Mimar Sinan Anadolu Lisesi